30 Aralık 2012 Pazar

Arkadaşlığın

Deniz;

Geçen gün çok yakın arkadaşlarınla birlikteydik. Senden ve anılarımızdan bahsettik. Sonrasında ben de düşündüm.

Çok iyi de bir arkadaştın aynı zamanda. Nasıl açıklasam, bazen sözcükleri öyle zor buluyorum ki... Sanki düşüncelerim düğümleniyor.

Senin yeni tanıştığın insanlara olan davranışında dikkatimi çeken, özel olan bence şuydu: Birçok insan sanki 'Senin arkadaşın olurum, ama şöyle yaparsan' diye düşünür. Mesela 'Falancayı ararım, ama o da beni ararsa.' Sen öyle değildin. Böyle karşılıklılık arayışlarından da çok hoşlanmazdın. Herkese önce 'Senin arkadaşınım' diye yaklaşırdın. Bir insanın başta farklı görünmesi, alışılmadık davranış biçimleri sergilemesi, seninle uyuşmayan zevklere sahip olması, hatta ters bir şey söylemesi... senin için hiç önemli de değildi. Sen önce yeni tanıştığın insanın arkadaşıydın. Ters bir şey söylerse de cevabını yapıştırırdın canım! Hiç kırmazdın ama.

Kötü niyetli bir yaklaşımda bulunmadığı sürece (bir de yapmacıklığa hiç dayanamazdın), herkesle arkadaş olabilirdin. Seninle tanıştığımızda bu koşulsuz sevgin beni çok etkilemişti. Sevdiğin bir insanın her konuda sonuna kadar yanında olurdun, hiç lamı cimi olmazdı.

Bilgini, deneyimlerini, heyecanlarını, eşyalarını... arkadaşlarınla koşulsuzca paylaşırdın, senin için çok değerli olan her şeyi cömertçe sunardın, kendine saklamazdın. 'Hadi hep beraber Belgrat ormanına gidelim' diye insanları arardın; güzel bir şey yaşayacaksak da hep beraber yaşamak isterdin.

Bu cömertliğinle birçok arkadaşına, öğrencilerine ve tabii bana da ilham oldun. Senin paylaştığını görünce insanlar da seninle paylaşmak istiyordu her şeylerini.

Hele bir de insanlarla aynı ilgilere sahipsen sohbetine doyum olmazdı. Normalde az konuşan o adam, gözleri parlaya parlaya başlardı anlatmaya, sorular sormaya, dinlemeye... Yan yan gülümsemen, el kol hareketlerin, duruşun, sesin, sözlerin, nidaların, gülüşün hep gözümün önüne geliyor senin bir arkadaşınla harıl harıl sohbetini hatırlarken.

Senin bu koşulsuz arkadaşlığını ve sevgini özlüyorum Deniz. Hem de çok!

25 Aralık 2012 Salı

Kabullenme

Deniz'in ölümünü artık kabullendiğimi sanıyordum ama sanırım daha çoook uzun yolum var. Bazen  'Nasıl ya, her şey eskisi gibi, bir değişiklik yok ki' diyorum. Kazanın olduğunu unutuyorum.

Bayadır Deniz'le rüyamda konuşuyoruz falan, hatta bana talimatlar da veriyor. O sırada kazadan önce, birlikte olduğumuz zamanki sıcaklık, bütünlük ve o 'her şey çok güzel, daha da güzel olacak' hissi geri geliyor. Sonra uyanıyorum ve o kocaman boşluk, o buz gibi soğukluk ve korku tekrar içime çöküyor. Günüme normal seyrinde devam ediyorum.

20 Aralık 2012 Perşembe

Uzun yaşamın sırları...

Kazadan sonraki zamanda bayağı düşündüm. O gün yola çıkmamış olsaydık bütün bunlar olmayacaktı. Sakin sakin yaşamımıza devam edecektik. Herhangi bir şey bizi engelleseydi. Araba çalışmasaydı. Benim karnım ağrısaydı (sık sık ağrıdığı gibi). Deniz'le kavga etseydik, karşılıklı inatlaşsaydık, 'seninle hiçbir yere gitmiyorum' aşamasına gelseydik. Ertesi gün sakinleşip, barışıp, rahatlayıp gitseydik. Yeter ki tam da o gün yola düşmeseydik.

Bütün bunları kaza olup bittikten sonra söylemesi kolay. Yola çıkarken kaza yapacağımız aklımızın ucundan bile geçmezdi ki. Sonradan 'şunu şunu değiştirmek gerekiyordu, sen de şöyle yapsaydın, ben de böyle yapsaydım, köşedeki trafik polisi de bunu yapsaydı, ordaki yaya da şuraya adım atsaydı, tam da o an güneş gözümüze şu açıyla vursaydı' denebilir, ama bunlar o anı yaşamadan asla bilinemeyecek şeyler. Ölümcül bir kaza geçirip eşimi o kazada kaybedeceğime ve o kazadan canlı çıkacağıma yola çıkarken ben de ihtimal bile vermezdim.

Bunları düşününce aklıma başka şeyler de geliyor ister istemez. Acaba hayatta kalmayı garantilemenin yolu nedir?

Evden hiç dışarı çıkmamak mı? Arabaya binmemek mi? Motosiklet kullanmamak mı? Uçak yolculuğu yapmamak mı? Hiç yurtdışına çıkmamak, yaşadığımız şehri terketmemek, hatta semtimizin dışına adımımızı atmamak mıdır? Dışarıda yürümemek midir? Bütün bunlar kendince büyük ya da küçük bir sürü tehlike barındırıyor. Sokakta yürürken kafamıza tabela düşebilir. Karşıdan karşıya geçerken dikkatsiz bir sürücü bizi çiğneyebilir. Kendimizi hiç ilgimiz olmayan bir kavganın ortasında bulabiliriz. Arabayla giderken herhangi bir anda araba takla atabilir. Motosikletimiz uçurumdan yuvarlanabilir. Uçağımız düşerse zaten kurtulma olasılığımız sıfıra yakındır.

Ama biz gene de bunların hepsini yapıyoruz. Piyangonun o anda bize vurmayacağını varsaymak zorundayız. Başka türlü yaşayabilir miyiz?

Diyelim evden hiç dışarı çıkmadık. Bizi evde bekleyen tehlikeleri ne yapacağız? Kalp krizi geçirebiliriz. Beyin anevrizması yüzünden o anda yaşamımız son bulabilir. Mide kanaması geçirip ölebiliriz. Bir arkadaşım anlatmıştı; tek başımızayken boğazımıza zeytin çekirdeği kaçıp ölürsek ne olacak? Doğalgaz sızıntısı, elektrik çarpması, yangın... Peki evde hareketsizlikten bir kan pıhtısı gelip akciğerimize ulaşırsa ne yapacağız? Evden çıkmazsak bize kimin bakacağını hiç gündeme getirmiyorum bile.

Doğum yapmak bile başlı başına çok riskli bir iş; yani yaşamın kendisi bile ölümle komşu sanki, burun buruna.

Bir sonraki anı yaşıyor olarak geçireceğimize nasıl emin olabiliriz?

Hayatta kalmanın yolu nedir bilmiyorum. Ama sanırım evde oturmak değil.

14 Aralık 2012 Cuma

Motosiklet - Bölüm 1


Deniz;

Motosiklet bizim için baya acayip bir konu -tek başına birkaç giriş yapar herhalde. Eh, madem evlilik yıldönümümüz, ben de senin en sevdiğin şeyden bahsetmeye başlayım yavaştan. Mutlu yıllar!

Ta 2005'te motosikletle ilgili kaşınmaya başlamıştın sanırım Deniz. Olimpos'a gittiğimizde skutır (türkçesi var mı bilmem) kiralamıştık, Maden denilen bir koya gitmek için. Mayolarımız, pareolarımız, şortlarımız, terliklerimiz ve kafamızda kiralık kasklarımzla baya komik görünüyorduk. Maden yolunda skutırın küçücük tekerleriyle o çakıl çukul arazide çok da fazla yol alamamıştık hatırlarsan. Sarsıcıydı. Baya gülüp amma da saçmaladık diyip geri dönmüştük. Galiba iki günlüğüne kiralamıştık skutırı, bir yerlere daha gittik, hatta ben de denemiştim. Rüzgar... Rüzgar çok güzeldi. O zaman pek üzerinde durmuyordun ama, yavaştan kafanda planlar oluşmaya başlamıştı sanırım motorla ilgili.

Daha sonraki gidişlerimizde skutırı bırakıp kros motor kiralamaya başladın. Bir seferinde ona da birlikte binmiştik, daha rahat yol alınıyordu ama ikimizi birden taşımakta biraz zorlanıyor muydu ne? Tabii o zaman ben daha bindiğimiz şeyin 'kros motor' olduğunu bilmiyordum. Motosikletti işte. Yalnız ne kadar da eğlenceliydi! Senin derdin öyle hızla gitmek felan değildi, derdin arazide hoplamak zıplamaktı çekirge gibi. Biraz da ara yollardan gitmek tabii ki.

Bir ara ben harıl harıl çalışıyorken sırf iki günlüğüne gene kros kiralamak için Olimpos'a tek başına gitmiştin. Böyle kasklı masklı, çamurlu mamurlu fotoğraflarını çekmiştin motorla. 'Tamam' dedim ben. Bu adam boşu boşuna sırf motor için bilmemkaçyüz kilometre yol tepmez.


Sanırım 2006 felandı. Artık gece gündüz motor sayıklamaya başladın. İnternetten durmadan güzel makineler araştırıyordun. 'Enduro' ve 'kros' kelimelerini sık sık telaffuz eder oldun. Ben de yavaştan bunların ne işe yaradığını anladım. Motorcu arkadaşlarımızla harıl harıl sohbet edip sana en uygun makinenin ar-gesini yaptın. Onların makinelerini denedin. Forumlar okudun, yazdın çizdin, tarttın. Aklın fikrin motordu! Senin geri dönüşü olmaz şekilde bu yola girdiğini anlayıp gülüyordum içimden, baya da seviniyordum.

Sonunda, 2007 civarında ilk kros motorunu aldın. Beyaz bir Honda'ydı ama tam modelini hatırlamıyorum (Hatırlayan var mıdır acaba? Hatırlarsanız yazar mısınız?) Çocuklar gibi sevinmiştin. Zıp zıp zıplamak için birebir görünüyordu. Baya oralara buralara Belgrat ormanına felan gidip çamur kir pas içinde dönüyordun, gözünde yaramaz çocuklardaki parıltıyla. Anlatıyordun da anlatıyordun maceralarını. Gittikçe artan motorcu arkadaşlarınla birlikte, tek başına...

Üniversitede hocalık yapmaya başladıktan sonra oraya da o beyaz Honda'yla gidip geliyordun. Benim o makineyle çok anım yok, çünkü birlikte sadece bir kere binebilmiştik ona. E biraz küçüktü motoru, ikimizi kaldırmıyordu tam. Ama kimbilir neler yaşadın onunla. Sen seviyordun krosunu, ben de seviyordum. Evin önünde dururken yavaştan aynasını vs. sökmeye başlamışlardı da ne üzülmüştük.

Tabii motor keyfini benimle de paylaşmak istiyordun, bir de daha büyük bir makineye geçmek. E ben de istiyordum, birazcık eğlencenin dışında kalmış hissediyordum kendimi. Derkeen F650 günleri başladı! O kısmını da başka bir girişte anlatayım.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Devam etmek ya da etmemek...

Dikkat! Hassas ya da rahatsız edici konu olabilir.

Blogda genel olarak ılıman bir hava tutturmaya çalışıyorum, ama aklımda birkaç giriş var ki biraz zor konulardan bahsediyor olacağım. Bence bunlardan bahsedilmesi gerekiyor ve belki birkaç kişiye yardımcı olabilir, o yüzden bunları sansürlemek istemiyorum. Bu hassas girişleri çok ardı ardına değil de, daha seyrek seyrek yapmayı düşünüyorum. Böyle duyarlı konular olduğunda ufak bir uyarı yaparım; isterseniz okumama ya da bırakıp daha rahat bir günde okuma imkanınız olabilir.

Benim için bu süreçte itiraf etmesi en zor meselelerden biri de artık devam etmeme isteğiydi; ya da devam etme isteksizliği, duruma göre. Hala da öyle. Bu duyguyu Deniz öldükten sonra birkaç kez çok güçlü şekilde yaşadım. Biri kazadan hemen on-onbeş gün sonraki zamandı. Kendimi sokaktaki arabaların önüne atmak için fırsat kolladım birkaç kere. Atmadım ama atmanın bayağı yakınından geçtim. Yapamadım, annemi babamı düşündüm. Daha sonra 2. ayda çok güçlü bir dürtü daha oluştu. Gerçekten bunu nasıl gerçekleştireceğimi ince ince planladım. Çok rahatsız oldum ve hemen bana en yakın birkaç kişiyi uyarıp beni izlemeye almalarını sağladım. Duygu üçüncü kez de 3. ayda, yurtdışında arkadaşımı ziyaret ederken geldi. Abime mail atıp durumu en azından söze dökmüş oldum, sağolsun o da caydırıcı bir cevap yazdı. Hala da ara-sıra gidip geliyor bu duygu ama yas sürecinde bu tür gidip-gelmelerin bir yere kadar normal olduğu yazıyor birçok sitede. Ama 'o yer' neresi ben de tam bilmiyorum.

Böyle ergenlik yıllarındaki 'aman da kendimi keserim, intihar ederim' şeklindeki biraz da dikkat çekmek ya da ayrıksı görünmek derdindeki bir iddiadan değil, gerçekten artık varolmak istememekten bahsediyorum. Bu tarifi çok zor bir şey.

Hayatıma Deniz'in kaybı atom bombası gibi düştüğünde herhangi bir gelecek öngörüm kalmadı, tüm umudumu yitirdim ve hayatta artık hiçbir şey istemez hale geldim. Deniz; yaşamımda en çok sevdiğim, beni tam olarak anlayan, tam olarak anladığım tek insan, diğer yarım da artık burada olmadığına göre, benim tek başıma devam etmemin ne anlamı vardı?  Bütün yaşamımı Deniz'le birlikte kurgulamıştım, o gidince önümüzde açtığımız tüm yollar sanki bir depremle yokoldu. Birlikte geçireceğimiz yılların hepsi silindi gitti.

Umut, yaşam için gerekli biricik şey sanırım. O olmayınca, hiçbir şey istemeyince varolmanın da mümkünlüğü ortadan kalkıyor galiba -en azından öyle algılanabiliyor. Bilmiyorum, bu belki insanın içinde yaşam içgüdüsünün yanında ölüme ilişkin bir içgüdünün de olduğuna işaret edebilir. Çok şaşırtıcı; kendimle ilgili böyle bir şeyden bahsedeceğimi yıllarca düşünsem aklıma bile getirmezdim. Sanki katıksız bir yaşama sevinciyle dopdoluydum. İşte, birkaç aydır devam etmeme duygusuyla boğuşup duruyorum. Her zaman aynı şekilde hissetmiyorum ama, duygularım sürekli değişiyor. Devam etmeme dürtüsünü daha ziyade dışarıdan bir gözlemci gibi incelemeye çalışıyorum ve kendimce makul davranmaya gayret ediyorum.

Eğer siz de bu konuyla boğuşuyorsanız şunu bilin ki sizin de duygularınız her zaman değişiyor. Şu anda çok zor durumda hissediyor olabilirsiniz ama yarın uyandığınızda, üç gün sonra, yirmi gün sonra, beş ay sonra çok daha farklı hissedeceksiniz ve sorunlarınız size eskisi kadar büyük görünmeyecek, en azından o kadar büyük görünmeyeceği bir gün gelecek. Size ihtiyacı olan birçok kişi var; onlara yardım etmek size de umut verebilir. Tabii benim uzman felan olmadığımı, sadece kendi deneyimimi paylaştığımı hatırlatmak isterim. 

Eğer kendinize zarar vermekle ilgili herhangi bir düşünceniz varsa hiç beklemeden hemen bir uzmandan yardım alın ya da güvendiğiniz bir yakınınıza haber verin. Başka çıkış yolları var, emin olun! Söz mü?

6 Aralık 2012 Perşembe

Hayat böyle...

Deniz,

Artık arkadaşlarımla, akrabalarımla konuşurken senden bahsettiğimde 'Eh naapalım, hayat böyle' dedikleri aşamaya geldik. Tabii ki bu beklenen bir şey. Yaşam, yaşayanlarla ilgileniyor. Bu durum benim içimi acıtıyor, ama olağan bir durum aynı zamanda.

Yaşam son hızla akıyor. Bakılacak bebekler, koşturan çocuklar, gelecekleri hakkında endişelenilecek gençler, hamileliğin heyecanını yaşayan anne-baba adayları, çalışma ve/veya aile stresinden parçalanan yetişkinler, yaşamlarının ikinci baharını iyi geçirmek isteyen yaşlılar, bakılacak hastalar, yetiştirilecek işler, işler, işler... var. Öyle de olması gerekiyor. Senin bu pencerede kendine yer bulamaman beni üzüyor Deniz, üzecek de. Ama başka türlü olamıyor sanırım.

O yüzden tabii ki insanlarla yavaştan yaşamla ilgili konuşmaya; seninle ilgili düşüncelerimi, duygularımı daha ziyade kendi içimde yaşamaya başladım Deniz. Senden burada ve günlüğümde bahsediyor olacağım.

Bende çok bir değişiklik yok, hep aklımdasın. Hep kalbimdesin. Hep özlüyorum seni...

2 Aralık 2012 Pazar

Aralık, sıradan bir ay...

Aralık benim için çok zor bir ay olacak bu sene. Hem doğum günüm, hem evlenme yıldönümümüz (14 Aralık), hem de yılbaşı. Bunların hepsini birden Deniz'siz, tek başıma kutlamak zorunda olacağım.

Belki tahmin edersiniz, bu seneye kadar Aralık en sevdiğim aydı. Evlenme yıldönümümüzde Deniz'le genelde bana evlenme teklif ettiği mekana gidip biraz vakit geçirirdik. Evlenmiş olduğumuz için çok sevinirdik. Doğum günümü de oraya yakın bir yerlerde (hadi söyleyim, Kadıköy Kadife sokak!) kutlardık. Deniz o günleri özel bir hale getirmek için mutlaka bir şeyler ayarlamış olurdu, mesela minicik bir hediye. Düşünceli adam, güzel adam... Kadife sokak benim için her zaman çok özel bir yer olmaya devam edecek. Oralardan geçerken hep Deniz'i düşünüyorum. Nerden geçerken düşünmüyorum ki?

Yılbaşı... O da kendi içinde bambaşka bir konu olacak büyük ihtimalle.

Herhalde Ankara'da, Deniz'in mezarında olacağım bu tarihlerde. Orada, Deniz'le  kutlayacağım bu özel günleri. Bakalım neler hissedeceğim. Ah! Bana güç dileyin...

29 Kasım 2012 Perşembe

İsyan

Tamam, bir çok şey yapıyorum. Tavsiye edilenlerin hepsine de uyuyorum.

Arkadaşlarımla görüşüyorum, kendimi eve kapatmıyorum. Telefonla, mail yoluyla, Facebook'tan ya da Skype'tan haberleşiyorum. Annemlerle, akrabalarımla konuşuyorum. Abimi, yengemi, yeğenlerimi görmeye gidiyorum. Kendimi yaşamla haşır neşir etmeye çalışıyorum. İyi ki varsınız.

Yeni insanlarla tanışıyorum.

Yeni roller üstleniyorum.

Daha önce çözmediğim türde problemler çözmeyi öğreniyorum.

Bir yerlere; uzak, yakın gidiyorum, geziyorum.

Blog yazıyorum, ayrıca Deniz'e hitaben özel bir günlük tutuyorum.

Deniz için biraz daha büyük ölçekli bir şeylerin planını kuruyorum, kimlerden yardım alabileceğimi düşünüyorum (o kısmı daha sonra).

Deniz'in yarım kalan işlerini bitirmeye uğraşıyorum, bir amacım da var.

Spor yapıyorum, sağlıklı beslendiğimi zannediyorum, yürüyüşe çıkıyorum, derin derin nefes alıp veriyorum, yoga felan yapıyorum, kendimi dinlemeye özen gösteriyorum.

Sahilde gökyüzüne ve gün batışına bakıyorum.

Kuşların sesini dinliyorum.

Yaşamıma yeni bir rutin oturtmaya, evimize iyi bakmaya çalışıyorum.

Kitap okuyorum, müzik dinliyorum, internetten anlamlı ya da anlamsız bir şeyler araştırıyorum.

Arkadaşlarımın bana hediye ettiği güzel bir bitkiye bakıyorum (gerçekten çok iyi geldi, sağolun).

Komşularımla görüşüyorum.

Biraz da diğer insanlara odaklanmaya çalışıyorum.

Bazen çay içip bön bön duvarlara bakıyorum.

Bazen ağlamaktan başıma ağrılar giriyor. Kendimi hiç tutmuyorum.

Saçmasapan komedi dizileri felan izliyorum.

Hatta bazen salak salak cep telefonumla yılan oyunu oynuyorum. Cep telefonum o kadar eski. Deniz hediye etmişti. Turuncuyu sevdiğim için turuncu.

Düşünce biçimimi değiştirmeye, ölümün yaşamın parçası olduğunu anlamaya değil de 'hissetmeye' çalışıyorum.

Sadece şu ana odaklanmaya çalışıyorum.

Kendimi yeniden tanımlamaya çalışıyorum.

...

Ama Deniz gene yok, gene yok, gene yok. Gene dayanamıyorum, gene dayanamıyorum.

Deniz'i geri istiyorum!

26 Kasım 2012 Pazartesi

Yönetmenliğin

Deniz;

Çok iyi de bir animasyon yönetmeniydin. Ah, neyi çok iyi yapmıyordun ki zaten? İyi yönetmenliği nasıl anlatacağım ki... Kafam karmakarışık. Kalıp kalıp sözcükler kullanmak istemiyorum.

Yönetmenliğinin insani olarak ne kadar iyi olduğundan, yönettiğin insanların nasıl senin gözünün içine baktığından, seni hayal kırıklığına uğratmamak için nasıl uğraştığından mı bahsetmeli? Nasıl mıknatıs gibi insanları kendine çektiğinden mi? Bir orkestra şefi gibi herkese ve her şeye hakim olduğundan mı? Projenin kalbi, en hevesli çalışanı olduğundan; hevesini, coşkunu herkese bulaştırdığından mı? Nasıl insanlara daha iyisini yapmak için ilham olduğudan mı bahsetmeli?


Ne kadar yaratıcı olduğundan, hiç kimsenin düşünmediği fikirleri, hiç kimsenin düşünmediği şekilde hayata geçirdiğinden mi? Çok sevdiğin çocuklar için ortaya sevimli mi sevimli, iyi düşünülmüş, aceleye getirilmemiş, özenli çizgi filmler çıkarttığından mı? Takıntılı ve tutkulu bir animasyon cengaveri olduğundan, anlayışından taviz vermediğinden mi bahsetmeli?

Filmleri yaparken karşımıza çıkan problemleri (o kadar çok çıkıyordu ki!) nasıl bir bir keyifle çözdüğünden/çözdüğümüzden mi? Filmde, fotoğrafçılıkta en son fikirleri, en son teknolojiyi nasıl takip ettiğinden mi? Yaptığın her şeyde ne kadar bilgi yüklü olduğundan mı? Başkalarının katkılarına da ne kadar açık olduğundan mı? Nasıl iyi bir takım arkadaşı olduğundan, bilgini paylaşmakta ve genel olarak her şeyde ne kadar cömert olduğundan mı? Ne kadar iyi bir gözlemci olduğundan mı bahsetmeli?

Ah nereden başlanır bilemiyorum Deniz.

Siz nereden başlardınız?

22 Kasım 2012 Perşembe

Küsmek

Deniz,

'Kalp ağrısı' diye bir şey varmış hakikaten. Daha önce duyuyordum da, herhalde soyut bir ifade, bir benzetme diye düşünüyordum. Bir çeşit romantik çeşitleme. Gerçekmiş ama. Kazadan beridir kalbim ağrıyor, fiziksel olarak. Boğazım zaten düğüm düğüm; şöyle 'oh' diye bir nefes alamıyorum. Ara sıra daha çok sıkıyor. Bir de sanırım istemediğim şeylere katlandığım zaman olduğu gibi sürekli sırtım ağrıyor. Hiç geçmedi kazadan beri. Böyle yaşayacağım herhalde.

Hayata küsmemeye çalışıyorum Deniz. Her şeye rağmen hayatta kalmanın iyi bir şey olduğuna, yaşamaya değer olduğuna kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Hayat bize en acımasız şekilde davrandığında, en sevdiklerimizi - seni!- bizden kopardığında, hayata tekrar dahil olmanın mümkün olduğuna inanmaya çalışıyorum. Değerlerimi kaybetmemeye, 'Böyle dünyanın ben taa...' dememeye çalışıyorum.

Sen olsan ne derdin Deniz?

Senin yönetmenliğinden bahsedecektim, bak bu sefer de olmadı. Ama gelecek sefere, olur mu?

15 Kasım 2012 Perşembe

Yaşamın Gerçekleri

Bazen hiçbir şeye inanamıyorum. İnanamıyorum. Bu kaza bir hayal miydi? Böyle bir şey olmadı da Deniz bir yerlerde yaşıyor mu? Yoksa Deniz mi bir hayaldi? Çok güzel, gerçek olamayacak kadar güzel bir insan, bir hayal. Bütün o yaşadıklarımız benim gördüğüm bir rüya mıydı? Yoksa... ben mi bir hayalim?

Siz de böyle hissediyor musunuz bazen?

Bundan sonra hayat böyle işte. Hayatıma yeni eklenen insanlar olacak küçüklü büyüklü; hayatımda varolan insanlarla ilişkilerim güçlenecek ya da yavaşça solacak. Ama biliyorum ki zaman içinde sevdiğim, değer verdiğim insanları, Deniz'i kaybettiğim gibi teker teker kaybedeceğim. Belki aniden, belki uzun süre içinde. Taa ki kendim de o insanlar her nereye gidiyorsa oraya gidene kadar.

Kaçınılmaz bir şey bu. Bunu zaten biliyordum, ama bilmekle yaşamak o kadar farklı ki. Bayağı hüzünlü bir varoluş.

Bu gerçeği bu kadar erken, bu kadar ani ve bu kadar mutluyken öğrenmek -hadi yaşamak diyim-zorunda oluşum... Haksızlık mı demeli, ne demeli? Herkes eşiyle, çocuklarıyla mutlu mutlu yaşarken, bana da bu mu düştü şimdi? Bilmem, belki de herkes eşiyle, çocuklarıyla mutlu mutlu falan yaşamıyordur ama şimdi bana öyle geliyor, ne yapayım. Deniz'le yaşayacaklarımız, mutluluklarımız henüz bitmemişti. Ne bitmesi, daha yeni başlıyordu her şey! Sanki kırk yıl sonra bile hep yeniden, yeniden başlayacaktı. Hep yeni mutluluklara gebeydi yaşamımız.

Peki Deniz ne öğrendi bu dersten? Bilemiyorum. Merak ediyorum.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Öfke

Deniz insan yapımı bir arabada, insan yapımı bir karayolunda giderken, insanların aldığı kararlarla oluşturulmuş bir ulaşım sisteminde "tren yolları yapmak yerine karayollarına ağırlık vermek" kaza yaptı ve hayatını kaybetti. Deniz'in ölümü önlenebilirdi, pek çok diğer insanın ölümünün daha önce ve bundan sonra önlenebileceği gibi.

Yukarıdaki gazete küpürünü (Milliyet - Eylül civarı - tam tarihi yok) eski gazeteleri okurken gördüm, kestim. Trafik kazalarında geçtiğimiz 10 yılda 43 bin kişi ölmüş. 'Kurban' ne demekse, koyun mu ölenler? Çok iyi bir gazetecilik örneği değil, ama ilk kısmı dikkatimi çekti yazının.

Her yıl 4300 kişi trafik kazasında ölmüş demektir bu. Her ölen kişinin ortalama 10-15 yakını (anne-babası, kardeşleri, eşi-sevgilisi, çocukları, yakın akrabaları, yakın arkadaşları...) ölümden dolayı doğrudan yanmış, hayatları kararmış. 70 milyonluk nüfusun neredeyse %1'i demek oluyor bu, on yılda. Üstelik nüfus da on yılda arttı, oran daha da yüksek aslında.

Yabancı örnekler vermeye çok meraklı değilim, ama aradaki çarpıcı farkı göstermek adına - İngilizce malesef - Avrupa Birliği ulaşım kazaları istatistiği'nde  'rail accidents (tren kazaları)' kısmındaki görsele bakarsanız 2009 yılında 500 milyonluk Avrupa Birliği'nde 1428 kişi ölmüş tren kazalarında. Gene 15 kişinin kazadan doğrudan etkilendiğini düşünürsek nüfusun yüzde 0.004'ü yapıyor bu (bir yıl için). Ne kadar az olursa olsun ölüm ölümdür ve yarattığı acı sayıya vurulamaz. Ama tren yollarında çook daha az ölüm olduğu gerçek. Evet, tren yolları da insan yapımı.

Bunları daha önce de söylüyordum. Ama şimdi söylerken içim yanıyor. Bütün bu olanlarda öfke duyabildiğim tek şey bu. Çünkü bu yanıyla bakınca, Deniz'in ölümü kaçınılmaz falan değildi. Kaçınılmaz değilse niye ölsün? Onun hayatından daha önemli, daha değerli ne var? Ya da bundan sonra olacak kazalardaki insanların hayatından?

8 Kasım 2012 Perşembe

Çocuk var mıydı? Bölüm I

Az önce tanıştığım komşu teyze. Bir yerden eşimin öldüğünü duymuş. Yüzünde fabrikasyon bir endişe ifadesiyle soruyor.

Vah vah yavrum sen de mi kazadaydın?

Evet

Araba takla mı attı?

Evet

Eşin direksiyon başında uyuya mı kalmış?

Sanırım, evet

Başka kimse var mıydı arabada?

Bir arkadaşımız daha vardı. Birkaç omuru kırıldı. Ameliyat oldu, iyi.

Kaç yaşındaydı eşin?

40

Hııı.

Hissediyorum, geliyor. Artık daha fazla ertelenemeyecek. Neredeyse otomatik bir süreç bu. Elimde olsa gözümü kapayıp bekleyeceğim. İşte ölümcül darbe.


...



Çocuk var mıydı?


 ...



Herhalde gözle görülür şekilde sarsılıyorum. Kalbime saplanan bir hançer. Sırtımdan çıkıyor. Kalbimden kanlar fışkırıyor. Teyzenin karşısında dik oturmaya çalışıyorum. Kalbimi tutabilsem tutacağım. Gözümde ani bir yaş patlaması. Geri gönderiyorum yaşları. Her yanım ısınıyor. Boğazımda kazadan beri yerleşen düğüm birden daha da mı sıkıyor beni ne?

Duruyorum. Gözümü  bilgisayar ekranına çeviriyorum. İşte teyzecim, sorunu geri alman için sana fırsat. Hadi teyzecim, ne olursun anla. Hadi, her zaman halden anlarsın sen. Mesela susayınca birisi, daha o demeden hemen farkedersin, gider su getirirsin. Şimdi de anla, ne olur, sorunu cevaplamak istemiyorum işte, seni kendime yakın hissetmiyorum, bırak cevaplamayım. Hadi konuyu kapa başka bir soru sor.

Anlamıyor teyze.

Soruyu duyamadığımı zannetti. Tekrar soruyor.

Çocuk var mıydı?

...


Sadece üç basit kelime. Ne kadar kolay değil mi, söylemesi? Hatta iki buçuk kelime sayılır, çünkü 'mıydı' soru eki. Kendi başına kelime bile sayılmaz. 'Tuzu uzatır mısın?' demek gibi bir şey. 'Çocuk' 'var' ve 'mıydı' bir de soru işareti. Fırt diye söyleniveriyor. Ne olacak ki. Tuzu uzat.

Bugün makarna mı pişirseem, taze fasulye mi? Hımmm. Haa, sahi, çocuk var mıydı?

Kalbimde hançerle yere yıkılıyorum. O küçücük teyze bu sefer de böğrüme böğrüme tekmeyi basıyor. Yetmedi bir daha basıyor. Her tekmede geriye doğru savruluyorum. Nefesim kesiliyor. Her taraf kan.
 
Kaçabileceğim hiçbir yer yok. Soru cevaplanacak. Her zaman anlayışlı olan teyze beni köşeye kıstırdı. Ekrandan gözümü ayırmıyorum. İçimi çekiyorum.


...


Yoktu.

3 Kasım 2012 Cumartesi

İyi bir insan olmak

Bu kedi Arıza değil, Assos'ta bir masa misafirimiz...
Deniz, sen benim için 'iyi insan olma'nın tanımını değiştirdin.

Senin iyiliğin o kadar kişiliğine örülmüştü ki, onu anlatmak için kelimeleri bulmakta zorlandım başta. Aklıma gelen farklı bir örnekle biraz açıklamaya çalışabilirim belki.

Sen de, ben de özellikle 'kedici' denilebilecek insanlar değiliz. Fakat hayvanları genel anlamda çok severiz. Buna ilişkin o kadar çok farklı hikayemiz var ki; onları da zaman içinde anlatırım. Sokağımızdaki kedileri de her biri kendine has karakterleriyle severiz. Her zaman çamaşır makinesinden çıkmış gibi olan kediyi hatırlıyor musun? Darmadağınık. Bir de pamuk gibi olan vardı; bembeyaz ve uzun tüylü, tertemiz. Hep sakin, insanlara mesafeli bir hali vardı. Nazlıydı da.

Bir de 'Arıza' adını koyduğumuz bir kedimiz vardı. Biz seninle en çok onu seviyorduk, eve her giriş çıkışta ondan bir bahsediyorduk. Arıza nerde, orda mı, gene neler karıştırıyor diye. Neden bilmiyorum, kafası yamuk duruyordu kedinin; sanki sola, yukarı doğru bakmış da, kafasını eski haline getiremiyormuş gibi.  Öyle olunca yürüyüşü, atlaması zıplaması hep ona göre dengesiz ve yamuk oluyordu. Suratında kızgın bir ifadeyle hep arıza arıza dolanıyordu bizim evin oralarda. 'Ne var, beğenemediniz mi?' der gibi bir hali vardı. Biz de ona bakıp bakıp gülüyorduk...

Bir gün Arıza'nın sırtındaki derinin tamamen erimiş, alttan kocamaan bir yaranın çıkmış olduğunu gördün. Birkaç gün o yara geçmedi ve Arıza hızla eriyip bitti, ruh gibi ortalıkta kaldı. O capcanlı kedinin yerinde yeller esiyordu. Hiç bir şeye hali yoktu. Ertesi günü çıkaramayacak hale geldiği akşam duruma en sonunda müdahale ettin. Etrafta kedilere yem veren ablaların hiçbiri değil, ama sen bütüün işini gücünü bırakıp kediyi kurtarma operasyonu yaptın. Üstelik de veterinere kedi götürme bilgin felan hiç olmadan.

Arıza tabii ki çok vahşileşti, sosisle kandırıp koliye felan koymaya çalıştık onu, ama koliyi yırttı çıktı gitti. Sana da pis pis tıslamayı unutmadı. Isıracağını bildiğin için motor eldiveni takıyordun. Ama senden bir kere kıllandı ya, artık yakalamak ne mümkün! Daha sonra kedi kafesi ayarladın bir abladan; bir-iki saat de kafese almaya uğraştın Arıza'yı, en sonunda kıstırıp yakalayıp veterinerin yolunu tuttun.

Bir-iki hafta veterinerde kaldı Arıza; bütüün doktorları, bakıcıları ısırmayı, tırmalamayı ihmal etmeden. 'Çok vahşi, çook!' diye şikayet ettiler sana. Sen de onun 'velisi' oldun, adını da 'Arıza' diye kaydettirdin. Sırtında enfeksiyon oluşmuş, antibiyotikle felan (galiba) tedavi ettiler. Gel zaman git zaman iyileşmiş bir halde tekrar bizim sokağa getirip bıraktın onu. Gene tıslayıp kafesten kendini attı, hiiç yüz vermeden uzaklaştı gitti. Sonraki günlerde tertemiz tüyleriyle sağlıklı sağlıklı ve ters ters dolanmaya devam etti. Biz de seninle bakıp dalga geçtik onunla.

İşte Deniz, sen kimse umursamadığı zaman umursayan o tek insandın. Etrafta yardım isteyecek bir kişi bile olmadığında, yardım edeceğini bildiğim, hiç kimseyi arkada bırakmayacak o babacan kişi sendin. Herkes işine gücüne bakmak için gittiğinde sen kalırdın. Sana teşekkür bile etmeyecek, hatta dönüp bir de üstüne sana tıslayacak kedinin canını kurtaran sendin, Deniz'din.

Yasla ilgili bazı sitelerde kayıp yaşandıktan sonra kaybedilen kişiyi idealize etme meyli oluştuğu yazıyor. Ama senin durumunda öyle değil. Sen kelimenin tam anlamıyla çok iyi bir insandın. Yaptığın iyiliklerin reklamına falan da girişmezdin. Birinin bir şeye mi ihtiyacı var? Hiç söylemeden onu gider alır gelir, önüne koyardın. Çocuklar gibi sevindirirdin insanı.

Arıza şimdi bizim oralarda dolanıyor hala, hiç kimseye minneti olmadan, ters ters. Tüyleri gene kirlenmiş. Peki sen nerdesin Deniz?

Bu da bizim oralardan başka bir kedi - Haziran 2012 civarı

1 Kasım 2012 Perşembe

Küçük bir kriz

Deniz'in ne kadar iyi bir insan olduğuyla ilgili bir giriş hazırlıyordum. Fakat farklı, küçük bir travma daha geçirdiğim için biraz sarsıldım. Sanırım zar zor ayakta tuttuğum dayanma gücümü iyiden iyiye kaybetme durumu yaşayabilirim. O girişi bir süre daha bekleteceğim...(Sağlıkla ilgili ya da tehlikeli bir durum değil ama küçük olaylar bile şu durumda çoook etkiliyor malesef)

Bana şans dileyin!

29 Ekim 2012 Pazartesi

İlk Ay

Kazadan sonraki ilk ay ne oldu? Neler hissettim? Neler yaşadım?

Ben de tam hatırlamıyorum. parça parça bir şeyler var.

Sanırım o ilk ayda, adrenalin midir, artık neyin etkisi bilmiyorum, ama bir çeşit uyuşturucunun etkisi altında gibiydim. Panik içinde ordan oraya koşuyordum, nasıl yaparım, nasıl çözerim, kimlerle konuşabilirim diye. 'Nasıl çözerim'... Ne kadar da safça.

İnsanlarla telefonda, yüzyüze konuşuyordum; başsağlığı dileklerini kabul ediyordum, çeşitli yasal işlemlere bakıyordum. Ama o ben değildim sanki. Kendime bir vekil atamıştım, gerçek yaşama ilişkin işleri o hallediyordu adeta. Neler söylediğimi, neler yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Sonradan sonradan bazı hiç mantıklı olmayan cümleler kurmuş olduğumu hayal meyal farkettim sanki.

Bir tünelin içinde gibiydim. Yaşam bir yandan olup bitiyor, bense o tünelin içinde yaşamdan bağımsız bir varlık sürdürüyordum. İnsanlar kaza yaşamamış sakin hayatlarında, normal normal günlük işlerini, konuşmalarını devam ettiriyorlardı. Giysilerden, faturalardan, işyerindeki sorunlardan, nasıl canlarının sıkıldığından, neden sevgilinin birinin diğerinin telefonunu açmadığından ve bunun aman da ne kadar önemli bir mesele olduğundan bahsediyorlardı. Bense bir hayalet gibi onların aralarından geçiyordum. Sanırım hayalet formumdan ve o tünelden hala da tam çıkmadım.

İlk ay daha henüz kazanın ve durumun vehametinin farkına varmamıştım. Deniz'in artık yaşamıyor olduğunu gerçek anlamda kavrayamamıştım. Yüzeysel anlamda bir üzüntü yaşıyordum ama bir şeylerin henüz düzeleceğine inanıyordum büyük ihtimalle. Bu bir çeşit savunma biçimi midir acaba, bilemiyorum.

Bir ay - otuzbeş gün sonra kadar küüüt diye ilk dalga geldi: Deniz gerçekten, sonsuz bir şekilde, geri dönüşü olmayan bir biçimde artık yoktu. Nasıl yani, yok mu? Evet, gerçekten. Yani gelmiyor. Aramayacak. Mail atmayacak. Facebook profilini güncellemeyecek. Sarılmayacağız. Konuşmayacağız. Birlikte yaşlanma planlarımız gerçekleşmeyecek. Birlikte deniz kıyısında ev almayacağız. Birlikte iş yapmayacağız. Birlikte motora binmeyeceğiz. Deniz'in yaşamı bitti. Onun yaşlanacağı bu kadardı. Hayallerinin bu kadarını gerçekleştirdi. İşlerinin bu kadarını yaptı. Dünyada göreceği bu kadardı. Sevdiklerinin yaşamlarına bu kadar dokunabildi.

Zaman içinde o dalgalar büyüdü, büyüdü, büyüdü. En büyük haline geldi. O kısımları da sonra anlatırım.

Siz ilk aya ilişkin neler hatırlıyorsunuz? Öyle garip bir uyuşma hali oldu mu? Anlamazlıktan geldiniz mi siz de?

22 Ekim 2012 Pazartesi

Merak

Yaşamın bana getireceği şeyleri merak etmiyorum. İnsanları merak etmiyorum. Yerleri, ülkeleri merak etmiyorum. Nesneleri merak etmiyorum. Neler olduğunu, neler olmadığını, neler olacağını, neler olmayacağını merak etmiyorum. Olayları, fikirleri, umutları, heyecanları, çatışmaları merak etmiyorum.

Evet, dünya denilen gezegenin birçok yerinde birçok insan anlamlı ya da anlamsız hayatlar yaşıyor. Kendilerini gerçekleştiriyorlar ya da birilerinin hayatını karartıyorlar. Ya da bön bön hayata bakıyorlar. Kendilerini güvende ya da güvensiz hissediyorlar. Ama benim o hayatlarla bir bağlantım yok.

Yaşamımın benden çalındığını hissediyorum. Onun için büyük bir öfke duyuyordum. Ama şimdi onu bile duymuyorum. Sadece büyük bir sessizlik. İlgisizlik. Umutsuzluk. Anlamsızlık.

Daha önce merak ederek yaşardım. Aslında merak ettiğim için yaşardım. Büyük bir heyecanla, neşeyle, tutkuyla. Bir yaprağa bakıp kırk saat düşünebilirdim. Aklıma sorular üşüşürdü, onları cevaplamak için arardım sorardım, çizerdim, maketler yapardım, fotoğraflar çekerdim, yazardım. Şimdi yapraktan bana ne?

Hayat beni en sevdiğim, çok değer verdiğim insandan ve onunla ilişkimden, umutlarımdan, hayallerimden, planlarımdan, geleceğimden kopardı. Bu yeni, kırık dökük geleceği de ben istemiyorum. Çünkü merak etmiyorum ve bir şeye benzeyeceğine inanmıyorum. Benim istediğim şey zaten o kazada bitti gitti.


18 Ekim 2012 Perşembe

Suçlama

Bugünlerde çok yoruluyorum. Düşünmekten, duygularımı anlamaktan, anlatmaktan, dinlemekten, okumaktan, yazmaktan, yoğun salınımlar yaşamaktan, çözmeye çalışmaktan, kabullenmeye uğraşmaktan... Beynimi alıp bir kenara koymak istiyorum bazen, hiçbir şey düşünmeyip hiçbir şey hissetmemek istiyorum. Çok fazla geliyor.

Sizden bir ricam var: Lütfen bu kaza için Deniz'i suçlamayın. Deniz ne intihar etmek istiyordu, ne de bile bile kaza yapacak koşulları yaratmaya çalışıyordu. Bu yöndeki imalar ve konuşmalar beni gerçekten çok kırıyor, incitiyor. Deniz'i de kırardı eminim.

Deniz tanıdığım birçok insandan çok daha fazla yaşama sevinciyle doluydu, yaşama sıkı sıkı sarılıydı. Ne bunalımdaydı, ne de herhangi bir sıkıntısı vardı. Birçok insanın dert ettiği birçok şeyi dert etmiyordu. Son derece mutlu, arkadaşlarımızla, yakınlarımızla güle oynaya bir hayat geçiriyorduk onunla; daha yola çıkmadan bir gün önce de tanışma yıldönümümüzü kutlayıp birlikte uzun bir ömür dilemiştik (ona daha sonra geleceğim).

Evet, Deniz çok uyumadan yola çıktı. Ama bakarsanız toplamda 5 saat uyumuştu. Evet, gece yolculuğu yaptı. Ama hangi biriniz yapmadınız ki? Evet, güneş karşıdan vurunca içi geçmiş büyük ihtimalle. Hangi biriniz kendini öyle gözü açık içi geçmiş bulmadı ki ömrü boyunca? Belki siz de birkaç kez öyle kaza atlattınız hiç farkında bile olmadan. Evet, arkadaşımızın vefatından dolayı morali bozuktu. Moraliniz bozukken yaptığınız onca şeyi hatırlayın. Evet, arabamız çok iyi değildi. Ama çok kaliteli bir arabadan da sağ çıkamayabilir insan. Evet, belki arkadaşımızın ailesini taziyeye gitmemiz çok acil değildi. Ama kimin nereye gideceğine ya da gitmeyeceğine, hangi yola çıkmanın lüzumlu, hangisine çıkmanın lüzumsuz olduğuna kim karar verebilir? Kaza, birçok koşulun bir anda bir araya gelmesiyle oluştu. O bir an da Deniz'in yaşamına maloldu. Böyle bir anın cezası ölüm olmamalıydı. Deniz'in hayatından daha değerli ne var?

Ama bütüün bu saydığım koşullar oluşmamış olsaydı da biz bir anlık dalgınlıkla gene kaza yapabilirdik. Deniz bu kazayı önlemek için nasıl çabaladı, direksiyonu nasıl deli gibi çevirdi, frene nasıl asıldı. Engelleyebilecek olsaydı zaten engellerdi; herkes engellerdi mümkün olsaydı bu kazayı. Kim bile bile kaza yapar ya da yaptırır ki?

Onun için lütfen Deniz'i suçlamayın. O da hiç istemezdi bütün bunları, emin olun.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Sesin

Deniz,

Dün genç bir adamın sesi dikkatimi çekti. Arkadaşına büfede gazete kalmadığıyla ilgili sıradan bir şey söylüyordu. Çok tok ve buyurgan bir sesi vardı. Her an kavga edecek gibiydi.

Tabii hemen senin sesini hatırladım. Ne kadar yumuşaktı. Sanki, bir arkadaşımızın dediği üzere, kedi gibi mır mır mırlıyordun. Öyle bağırıp çağırmaya, sesini yükseltmeye hiç ihtiyacın yoktu. Sakin sakin ne diyeceksen diyordun. Tuhaf bulduğun bir şeye itiraz ederken bile heyecanlanmayı çok gereksiz buluyordun. Seninle tartışmak ne mümkün: Sesinin sakinliğiyle beni deli ediyordun. Sayende fikirlerimiz ayrıldığında bile seslerimiz yükselmiyordu. Fazla da ayrılmıyorlardı zaten.

Tabii sesin öyle şarkı söylemek için felan uygun değildi, senin şarkı söylediğini de duyan olmamıştır herhalde. Ama o kendine güvenli, telaşsız ve her an sessizliğe geri dönecekmiş gibi ton hiç kimsede yoktu gerçekten de. Fazla konuşmaya gerek yoktu, bağırmak zaten abesti sana göre. Yalnız sen konuşunca pür dikkat olurdum tabii ki; diyeceğin kelimeleri hiç kaçırmak istemezdim. Herkesin bağır çağır konuştuğu bir ortamda rahatlatıcı bir es gibiydi konuşman.

Telefonda sesini duymak ne güzeldi. 'Yaşasın, Deniz gene o sevimli sesiyle bir şeyler söyleyecek!' diye açardım telefonu senin adını görünce. Üstelik de az önce evde zaten konuşmuş olurduk. Senin sesini de hemen özleyiveriyordum, sanki yıllardır konuşmamışız gibi. Telefonda konuşmayı da çok sevmezdin ha!

Sesini duymayı çok özlüyorum Deniz. Keşke telefon açsan, adın görünse, gene tane tane ve rahatlatıcı bir tonda konuşsan; ben de senin aksine heyecanlı heyecanlı anlatsam, seni sorulara boğsam.

Şimdiki sessizlik hiçbir şeye benzemiyor Deniz, senin sükunetin gibi değil... Sağır ediyor insanı.

11 Ekim 2012 Perşembe

Pazarlık

Deniz;

Keşke araba senin olduğun tarafa değil de benim olduğum tarafa devrilseydi. O zaman ilk darbeyi ben almış olacaktım. İkinci, fazla etkisi olmayan darbeyi de sen. Kafan azıcık şişecekti, o da iki gün sonra. Gözünde de sonradan bir morluk oluşacaktı, ara sıra yer değiştiren. Sol bacağın hafifçe şişecekti, yirmi dakika kadar sıkışıp kalmaktan. Ama yaşamaya devam edecektin. Üç hafta sonra kazaya ilişkin hiçbir iz kalmayacaktı bedeninde. Keşke o yirmi dakikanın sonunda ben değil de sen uyansaydın.

Keşke bacağın kırılsaydı, kolun kırılsaydı. Emniyet kemerin takılı olmasaydı sen de kapıdan fırlasaydın. Zaten kapılar hemen açılıveriyordu. Kemerin takılı olmasaydı belki de biraz sıkıntı çekecektin, ama gene yaşayacaktın. Ama keşke kafana hiçbir şey olmasaydı, ona bir şey olmasaydı diğer hepsini kurtarabilirlerdi.

Keşke seni kurtaracak farklı bir tedavi yöntemi olsaydı. Ankara'ya nakledilseydin. Bir ameliyat, bir ameliyat daha yapsalardı. Bir ilaç verselerdi. Ödemi çözselerdi, bazı sıvılar verip. Kanamayı durdurup yeni kan verselerdi.

Keşke bütüün o yıllar içinde anılarımızı biriktiren eşyalarımızın hepsi yokolsaydı, evimiz yansaydı, bankada hiç paramız kalmasaydı ama sen hayatta olsaydın. Gene hayatta olsaydın. Onların hepsini hallederdik, kafamızdaki bilgiler, hayaller durduktan sonra.

Seni sırf kendime istediğim için, şimdi yalnız kaldığım için üzülmüyorum öldüğüne. Seninle keşke ayrılmış olsaydık, sen başka bir ülkeye gitmiş, hiç dönmeyeceğin bir yolculuğa çıkmış olsaydın, seni bir daha asla göremeyecek olduğumu bilseydim ama gene yaşasaydın. Gene yaşasaydın. Sadece bana mutluluk verdiğin için değil, kendin olduğun için, çok güzel bir insan olduğun için yaşasaydın. Çok güzel projeler yapacağın için, çok iyi bir yönetmen olduğun ve daha da iyisi olacağın için yaşasaydın. Hayallerini gerçekleştireceğin için yaşasaydın, beni mutlu etmek için değil. Başka insanlarla, başka mutluluklar yaşayabileceğin için yaşasaydın.

Ama bir de seni sırf kendime istediğim için, seninle olmak bana çok büyük bir mutluluk verdiği için, seninle bir 'bütün' olduğum için yaşasaydın. Bir arkadaşımız geçen gün şöyle dedi: Annem beni doğurdu, ama ben seninle birlikte yeniden doğdum. İşte bunun için yaşasaydın. Sensiz yarımdım, seninle birlikte tam olduğum için yaşasaydın. Seneler boyunca mutluluk içinde yaşayabileceğimiz için yaşasaydın.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Kayıp Yaşayanlara Çağrı

Bugün benim için çok zor bir gün. Bazen hayat biraz daha mutedil giderken küüt diye dibe vuruyorum. Arkadaşlarım, akrabalarım, annemler, abimler sağolsunlar hep yanımdalar. Malesef Deniz yanımda değil, hiç değil. Yanımdaysa bile çok farklı bir şekilde. Fakat o şekil henüz bana yetmiyor.

Bir çağrı yapmak istiyorum: Blogumu okuyan kayıp yaşamış kişiler bana ulaşıp eğer yazıyorlarsa blog linklerini atabilirler mi acaba? Ya da yorum da yazabilirsiniz. Neler düşünüyor, neler hissediyorsunuz? Aradan ne kadar zaman geçti? Sizde nasıl değişiklikler oldu o süreçte? Kimliğinizi açık etmek zorunda değilsiniz...

Belki annenizi, babanızı, kardeşinizi, sevgili eşinizi, sevgilinizi, çocuğunuzu, can dostunuzu hastalıktan, aniden kazayla ya da şiddetli bir şekilde kaybettiniz. Ya da bambaşka, sizi çok etkileyen farklı bir kayıp yaşadınız. Bana ulaşabilir misiniz acaba? Bu şekilde kayıp yaşamış tanıdıklarınıza da haber verebilirseniz çok sevinirim. Yalnız olmadığımızı bilelim, belki birbirimize destek olabiliriz. Linkleri, yorumları kontrol edip yayınlamak isterim. Belki bir paylaşım ortamı da yaratılabilir, gelen yorumlara/önerilere göre. Herkes kendini çok rahat ifade edemiyor olabilir, sırf yazılanları okumak bile birçok farklı insana iyi gelebilir belki.

Açıkçası kayıpla ilgili çok fazla Türkçe kaynak bulamadım internetten. İnsanlar çok fazla acılarını yazmamışlar. Yabancılar bayağı kayıp merkezli paylaşım siteleri açmışlar, İngilizce tabii hepsi de.   Bizde bir tek Kaan Sezyum'un yazısını bulabildim, aniden ölen eşinin ardından. Güzel ifade etmiş kendini. Acaba daha sonra bu konuda yazmaya devam etti mi? Çok mu içimizde yaşıyoruz acaba acımızı, bilemiyorum. Kayıp yaşayan birçok insan olduğunu biliyorum. Kimbilir bugün trafik kazasından ya da başka bir nedenle kaç kişi yaşamını kaybetti. Burada yazılanlar bir tek kişiye bile ulaşsa, umut olsa, başarmışız demektir.

Önerilerinizi de beklerim...

3 Ekim 2012 Çarşamba

Masabaşı

Deniz,

İşte seni genel olarak göreceğimiz poz buydu. Bir sürü alet edevat. Bir kukla ya da radyo ya da alarm ya da motor parçası. Belki yapıştırıcı, lehim. Lamba. İğneler. Başına oturup saatlerce kuklayla uğraşabilirdin. Bundan da büyük keyif alırdın. Hiçbir kuvvet seni o işi bitirmeden o masanın başından kaldıramazdı.

Küçük uçlu düzgün, güzel parmaklarınla parçaları tutar, birbirine bitiştirir, evirir çevirir, vidalar, dikerdin. Parmağının ucu bile kirlenmezdi. Bir damla japon yapışıtırıcısını damlatmazdın bile. Neyi, nasıl tutarsan doğru olacağını, hangi iki malzemenin yanyana gelemeyeceğini, neyin neyle sıkıştırılabileceğini çok iyi bilirdin. Sanki küçük nesnelerin (ve tabii büyüklerin de) efendisi gibiydin. Kargaburunla telin bir ucundan tutup, diğer ucundan büyük bir zerafetle bükerdin. Böyle ucundan tutturulmuş, iğreti çözümlere en ufak bir tahammülün yoktu. Oysa ben japonları her yere sıvaştırırım, telleri bükünce de bir türlü düzgün bir yay yapamam. Seni de deli ederdim bu yüzden.

Boy boy bir sürü vidan vardı, acil her durumda işe yarayıp bir yerleri tutturacak. İngiliz anahtarı, tornavida, matkap, silikon tabancası... Her an alet çantasında hazır ve nazır durur, senin onlarla sihir yaratmanı beklerlerdi. Araç-gerecin için özel kılıflar dikmeyi de ihmal etmezdin, güzel yerde durmaları lazım tabii.

Bir keresinde motora alarm kurmaya kafayı takmıştın. İnternetten araştırdın, önceden yapılmış örneklere baktın, forumları okudun. Sonra onların çözümlerini yetersiz bulup üstüne de kendi yorumunu kattın. Teller, lehim, ucuz bir telefon (gidip özel bu iş için alıp gelmiştin hiç üşenmeyip), artı eksi uçlar... O kadar güzel çalışıyordun ki, fotoğraflamam gerekti yaptıklarını. Hoop, saatler sonra motorun yeni alarmı hazırdı! Alarmı taktıktan sonra kediler motorun üstüne çıkıp telefonun çalınca nasıl da gözlerin parlamıştı! Başarmıştın! Ben de çok etkilenmiştim; vay canına, ne kadar yeteneklisin diye. Motor alarmı için ufak bir kutlama yapmıştık resmen o zaman.

İşte böyle Deniz'im. Minik minik bir şeyler ortaya çıkarmak o kadar hoşuna gidiyordu ki. Küçük nesneler efendisiz kaldı şimdi.

Not:  Lehimli fotoğrafı henüz ekleyemedim, biraz daha bekleteceğim...

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kıssadan hisse

Deniz,

Seninle birlikte güzel güzel yaşamak, seninle konuşmak, şakalaşmak, çalışmak yerine senin ardından bir blog açıp sana yazdığıma hala inanamıyorum. Nasıl olur, nasıl olur böyle bir şey? Aklım anladı artık yokluğunu, ama duygularım anlamadı. Anlayamıyorum. Bir an varolmak, ertesi an yokolmak... Bu kadar basit mi? Onca zamandır birlikte inşa ettiğimiz, temelini attığımız her şey... Hepsi gitti mi, ne oldu?

Ben de biliyorum ölümlü olduğumu, herkesin ölümlü olduğunu. Ama bu çok erken ve çok ani oldu. Sen de istemezdin eminim böylesini. Hani, nerdesin?

Hem ben nankörlük etmiyordum ki, sen de etmiyordun. Yaşamın çok kısa olduğunu, insanlarla, dolu dolu ve anlamlı yaşanması gerektiğini biliyorduk ve elimizden geldiğince onu anlamlandırmaya çalışıyorduk. Sadece kendimiz için değil, başkaları için de. Böyle bir derse ne senin ihtiyacın vardı, ne de benim.

Hep seninle konuşurdum, aklıma bir şey gelirdi arar sana danışırdım. Sen de bana. O kadar doğaldı ki... Kazadan sonra kaç kere 'Aa bunu Deniz'e sorayım' diye düşündüm. Sonra hatırladım.

Seninle konuşmak ne güzeldi, ne kadar rahattı. Her şey ama her şey için güzel, farklı, kimsenin akıl edemeyeceği bir çözümün vardı. En ufak meseleler hakkında dakikalarca konuşabilirdik, hiçbir minicik detay 'üzerinde durmaya değmez' değildi. Kalorifer düğmesini uzaylıya benzetip bir saat dalga geçerdik onunla. Bazen o kadar saçma muhabbetler yapar gülerdik ki, dışardan birisi duysa deli olurdu herhalde. Onları özlüyorum.

Şimdi evde öylece susuyorum. Bakıyorum, bir şeyi bir şeye benzetiyorum. Ama dönüp sana diyemiyorum. Oysa ne kadar hoşuna giderdi.

Bu sefer de senin yeteneklerinden biraz bahsedecektim Deniz, ama bir dahaki sefere artık...

27 Eylül 2012 Perşembe

Toparlamak ve diğerleri...

Artık toparlaman lazım.
-'Toparlayamam'; henüz iki ay on gün oldu. Ama dört ay on gün ya da sekiz ay on gün sonra da toparlamış olacağımı sanmıyorum. Bu en az bir- bir buçuk sene böyle. O zaman geçtikten sonra da çok büyük bir üzüntü duymaya devam edeceğim, sadece denilene göre bununla daha kolay yaşayacağım.

Hayat devam ediyor.
-Evet, sizinki ediyor, biliyorum. Tüm iyi dileklerim sizinle.

Seni acılı görmeye dayanamıyorum.
-Ben eşimin aniden gözlerimin önünde ölümüne dayanmaya çalışıyorum. Bu sırada acı çekmeye uzunca bir süre devam edeceğim. İstediğim için değil, başka türlü olamayacağı için. Siz de bu arada lütfen acı çeken birini görmeye alışın, bu kadarını yapabilirsiniz, merak etmeyin. Acıdan bağışık değilsiniz, olamazsınız da.

Ne diyeceğimi bilemedim, onun için aramadım.
-Arayıp sadece sussanız ya da saçmasapan bir şey bile söyleseniz, aramayıp benden kaçınmanızdan çok çok daha iyi. Çünkü öbür türlü beni çok ihtiyacım olan destekten mahrum bırakmış oluyorsunuz. Söyleyeceğiniz hiçbir şey acımı hafifletmeyecek, biliyorum - siz de biliyorsunuz. Ama yanımda olduğunuzu bilmek isterim. Ben de saçmasapan şeyler söylüyorum zaten. İlla aramanız da gerekmiyor; mesaj atabilir, yazılarımı okuyabilir ya da benim hakkımda üç saniyecik düşünebilirsiniz. Bir şekilde anlarım ben...

Çok güçlü duruyorsun.
-Güçlü değilim. Daha önce çok mahrem bir insan olduğum gibi, şu anda da öyleyim. Hüngür hüngür ağladığım zamanları büyük ihtimal hiçbir zaman görmeyeceksiniz. Ama bu, hüngür hüngür ağlamadığım anlamına gelmiyor. 'Güçlü durmak' önemli ya da öncelikli değil.

Aa çok iyisin, gülüyorsun felan.
-Gülüyorum, günlük konuşmaları sürdürebiliyorum (bir yere kadar); çalışıp, yemek yiyip, uyuyup kendime bakabiliyorum. Bunların hiçbiri inanılmaz bir acı içinde olmadığımı göstermiyor. Herkes acısını farklı yaşıyor ve kimsenin acıyı yaşama biçimi benimkinden daha doğru, iyi ya da daha kötü değil. Acı, gösterişi olmayan bir şey.

Bütün bunları söyleseniz de, söylememiş olmanızı tercih etmem. İyi ki varsınız, iyi ki ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz. Ben de bilemezdim büyük ihtimalle... Öğreniyorum işte.

25 Eylül 2012 Salı

Gözlerin

Deniz,

Senin gözlerini anlatmaya nerden başlasam ki? Bana mı öyle geliyordu, yoksa gözlerinde hiç kimsede olmayan ekstra bir parıltı mı vardı? Sanki birkaç fazladan ışıklı nokta... Güneş gözlüklerinin arkasında bile o parıltıyı görebiliyordum; çünkü o parıltı, o sevgi, mutluluk ve kendine güven senin içinden dışarı doğru taşıyordu.

Her zaman muzip bir gülümsemenin eşlik ettiği, 'Merak etme, her şey iyi olacak, çünkü ben burdayım, senin yanındayım' diyen o gözler. Herkesin yardımına koşan, herkesi farkeden o duyarlı gözler. 13 Temmuz 2001'de ilk defa gördüğüm, görür görmez vurulduğum o bakış... Sanki seni yüzyıllardan beridir tanıyor gibiydim. Üstelik hiç de romantik bir insan değilimdir ne yalan söyleyim, ilk bakışta aşk da bir masal saçmalığı gibi gelmiştir o zamana kadar hep.

Gözlerin şakacıydı da aynı zamanda. Uzunca bir süre ne renk olduklarını tam anlayamadım. Mavi üzerine yeşil mi? Ela üzerine açık kahverengi mi? Sanki bulunduğun yere göre, mesela denizdeysen (gene deniz!) renk değiştiriyorlardı. Sırf gözlerinin rengini anlamak için bir gün dikkatlice dakikalarca baktım. Evet, rengi yeşil zemin üzerinde ela noktacıklar! O şakaları da o noktacıklar yapıyordu sanırsam. En sonunda anlamanın verdiği rahatlıkla gülmüştüm, sen de gülmüştün.

Sadece rengi değil, şekli de güzeldi ha! Gözünün kenarına doğru baktığında çocuk oluyordun tekrar. 

Bu kadar iyi bir dost olduğun, bu kadar sevgi dolu bir yüreğe sahip olduğun gözlerine bir bakmakla anlaşılıyordu. Şıp, bir saniyede. Ben de 'Of' diyordum, 'ne güzel gözleri var bu adamın. İyi ki benimle, iyi ki bana bakıyor'. İnsanlar 'Deniz nasıl?' diye sorduğunda, 'İyi; güzel yeşil gözleriyle bakıyor' diye cevap verirdim. Her seferinde.

Tabii biliyorum, herkese sevdiğinin gözleri çok güzel gelir. Ama ne diyeyim, ben mi yanlış görüyorum?  Fazladan bir parıltı, bir sevgi yok mu senin gözünde?

Şimdi nereye bakıyorsun Deniz?


24 Eylül 2012 Pazartesi

Korku

Deniz,

Korkuyorum. Bir sonraki saniyeden, bir sonraki dakikadan, bir sonraki aydan, yıldan korkuyorum. Oysa seninle hiçbir şeyden korkmuyordum. İşsiz kalmaktan, memlekette her şeyin kötü gitmesinden, ayağımı kırmaktan... Hepsini birlikte göğüsleyebilirdik, göğüsledik de. Oysa şu anda her şey bana dehşet veriyor. Her şeyi mahvetmekten, senin bana bıraktıklarına doğru dürüst sahip çıkamamaktan korkuyorum.

Bu girişi seni ve gözlerini anlatmaya ayıracaktım, ama bir dahaki sefere, olur mu?

20 Eylül 2012 Perşembe

Hayatta kaldım... mı?

İnsanlar böyle bir kazadan sağ çıktığım için beni şanslı buldular. Fakat şunu anlamalısınız ki aslında o kazadan ben sağ çıkmadım ve inanın Deniz'in olmadığı bir dünyada yaşamak zorunda olduğum için kendimi hiç ama hiç şanslı hissetmiyorum.

Evet, şu anda yaşıyorum ama ben artık tamamen farklı bir insanım. Deniz'le birlikte yaşayan, sevinen, üzülen, paylaşan, çalışan, üreten, değer bulan... o insan da o kazada aslında öldü. Hiçbir zaman tekrar o insan olmayacağım, çünkü Deniz artık yaşamımın sonuna kadar hiçbir zaman ölmemiş olmayacak. Bundan 10 yıl, 20 yıl, 40 yıl sonra bile Deniz'i, o çok sevdiğim, diğer yarım gibi hissettiğim kocamı, sevgilimi hep ama hep kaybetmiş olacağım. Deniz'in yasını tutarken aslında kendimin çok daha farklı bir biçimimin de yasını tutuyorum.

Artık belki de daha önce olduğum insanın yüzde onbeşi bile değilim.

Bazen size yönelik, bazen de Deniz'e yönelik olarak yazacağım. Deniz dışında kimsenin adını açık olarak vermeyi düşünmüyorum; internet ortamında neler olacağını hiç bilemediğim için böyle bir önlem almam gerekti. Deniz'in kaybından duyduğum acıyı, Deniz'in bana göre nasıl bir insan olduğunu, bundan sonraki yaşamımı yazmayı düşünüyorum. Zaman içinde belki evrilebilir yazdıklarım. Kendi hazır hissettiğimden fazlasını yazmayacağım. Bu blogun bana stres kaynağı olmasını değil, bir kendimi ifade aracı olmasını isterim. Yazdıklarımı okuyan ve kendi için onlarda birşeyler bulan birileri olursa, yorum yazanlar olursa çok sevineceğim. Paylaşmak böyle bir şeye dayanmanın tek yolu olsa gerek. Bilemiyorum. Belki de değildir.

Bazen yazdıklarım hoşunuza gitmeyebilir, ya da onlara dayanamayabilirsiniz; ama kimseyi memnun etmek için yazmadığıma emin olabilirsiniz. Bazen yazdıklarımda siz de olacaksınız, ve aynayı size tuttuğumda darılmaca gücenmece yok. Olur mu?

18 Eylül 2012 Salı

Başlangıç ve bitiş

Merhabalar;

Çok sevdiğim eşim Deniz'i 17 Temmuz 2012'de trafik kazasında kaybettim. Arabada ben de vardım; arka koltukta bir arkadaşımız da bizimle birlikteydi. Tam emin değilim ama sanırım üçümüz birden uyuyakalmışız. Son hatırladığım arabanın önce sola, sonra sağa savrulduğu ve sonrasında yolun dışına doğru çıktığımız. 20 dakika kadar sonra uyandığımda Deniz kanlar içindeydi. Camdan 15 metre kadar öteye fırlayan arkadaşımız da omurgasını kırdı. İki ayrı ambulans gelip hem Deniz'i hem de bizi hastaneye yetiştirdi. Arkadaşımız Ankara'ya gönderilip ameliyat oldu. Şu anda iyileşiyor, bir tehlikesi kalmadı. Deniz'se yoğun bakımda geçen iki günden sonra kurtarılamadı. Bana hiçbir şey olmadı.

Bu blogu neden açtığımı, neler yazacağımı ve neleri yazmayacağımı daha sonra ayrıntılandıracağım. Bazı şeyleri ancak çok yavaş yavaş yapabiliyorum, ancak kendimi hazır hissettiğimde harekete geçebiliyorum. Beni okuyan birileri olur, benim gibi kayıp yaşayan (ve yaşamayan) birilerine ulaşabilirsem sevineceğim. Girişlerim arasında zaman olabilir, biraz sabırlı olmanızı diliyorum.

Çünkü bu dayanması inanılmaz derecede zor bir durum.

8 Eylül 2012 Cumartesi