29 Aralık 2013 Pazar

Yılbaşı felan filan...

Selam Deniz;

Valla İstanbul'da olmak beni bayağı zorluyor şu sıralar. Bir yılbaşı daha... Sanırım pek sevmiyorum yılbaşlarını artık. Seninleyken pek bir doğruydu her şey, ekstra bir sebep aramıyordum doğrusu bir şeyleri kutlarken, bir şeylere sevinirken. Şimdi artık kendimi ikna etmem gerekiyor 'Evet, değer, gerçekten iyi bir şey devam etmek, evet çok aslında sevindirici bir şey şu olan'... gibi. Kutlayacak bir şey de yok sanki.

Nasıl desem ki...

Sanma ki 24 saat takıntılı şekilde 'Üzüldüm de üzüldüm vah vah tüh tüh ben' diye takılıyorum. Öyle değil ama... Sanırım şöyle tarif edebilirim içinde bulunduğum hissi: Her sabah uyandığımda bir bardak zehrim var içmem gereken. İçmezsem olmaz, güne başlayamazmışım o olmadan. O bir bardak zehri içiyorum her sabah lıkır lıkır. Günüme, normal rutinime (vay be, artık rutinim felan da var ha!) öyle devam ediyorum. Çalışıyorum felan da. Alışveriş, sosyalleşme, spor, kitap, yeni insanlar, Gezi felan :) her şey de var yaşamımda.

Ama her sabah bir şöyle uyanıyorum önce: 'Naapıyorum ben? Allahaşkına niçin hala devam ediyorum? Ne gibi bir umut var benim için?' Bu soruların bir kısmı seninle ilgili, bir kısmı kendimle ilgili. Ama her gün o zehri bir içiyorum her gün uyandığımda. 'Ha' diyorum, 'Evet, şu şu ve şunun için devam ediyorum'. Her gün o 'şu şu, şu' değişiyor. Bazen annem oluyor; bazen işte, insanlara katabileceğimi umduklarım; bazen abim, yeğenlerim, bazen arkadaşlarım, yakın akrabalarım, bazen Gezi, bazen yapabileceğim işler, bazen başka bir şey... Ama mutlaka kendime bir hatırlatmam gerekiyor. Eskisi gibi doğal, kendiliğinden, içimden taşar gibi olmuyor o yaşama tutunma isteği. Benim onu bir yerlerden -hem de her gün!- bulup çıkartmam gerekiyor. Her gün o kadar kolay çıkmıyor, arıyorum tarıyorum, kazıyorum.

Önce bir zehrimi içiyorum fakat: Deniz öldü evet.

Seni hala arayıp sorma ihtiyacı duyuyorum: Şunu nasıl yapayım? Bunu nasıl halledeyim dersin? Bu özlem nasıl bir şeydir ya? Sular seller gibi özlüyorum seni. Gözlerini en çok da.

Sonra herkes gibi yaşamıma devam ediyorum.

Kayıp yaşayan bir arkadaşım geçmişi geçmişte bırakabildiğini, yeni yaşamını benimsediğini yazmış. Ne güzel. Ona gıpta ediyorum. Benim için daha farklı sanırım.

Bakalım.

İyi yıllar Deniz; o gün buralarda olmazsam da görüşmek üzere...

31 Ekim 2013 Perşembe

Geri döndüm

Selam;

Uzunca süre yazamadım. Deniz de blog da hep aklımdaydı. Olmadı ama. Vaktim yoktu diyemem; çok meşguldüm, ara sıra fırsatım oluyordu gene de. Ama elim varmadı. Sanki yazacak şeyler vardı da burada paylaşmak istemedim. Aslında bir süredir hiçkimseyle konuşarak da paylaşmak istemedim, niye bilmiyorum.

Şimdi yeni bir işe girdim, bayağı mutluyum işimle. Politikayla da eh, biraz ilgilenebiliyorum. Bir-iki ekstra iş var gene bekleyen. Geriye hiç enerjim kalmıyor zaten. Bazen bir-iki arkadaşımla buluşma, bisiklete binme felan. Yaşama 'aydınlık' yüzümü dönmeye çalışıyorum ama çok yoruyor beni bunu yapmak. Diğer taraf sık sık bastırıyor, saklayamıyorum bazen. Saklamak istediğime de tam emin değilim.

Deniz'le olan projemiz felan vardı. Ayrıca onun adına bir kurum oluşturacaktım. Hatta bunu başarmış birisiyle de tanıştım, çok sevdiğim yeni bir arkadaşım. Fakat enerjim... İşe gidip geldikten, birkaç rahat yapabildiğim şeyi de başardıktan sonra enerjimi bir türlü toplayamıyorum. Aramam gereken o kadar insan var ki. Yapamıyorum.

Yapacağım ama. Ne zaman bilmiyorum. Buralara daha sık uğrarım herhalde. Bakalım.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Zaman her şeyin ilacı

Bir kayıp yaşadığınızda size söylenen tüm klişeleri unutun. Bütün o hap cümleler, bütün o teselli kümecikleri- hiçbiri geçerli değil.

Filmlerdeki gibi de olmuyor. Hani kadın eşinin öldüğü haberini alır, herkesin yanında ağlamamak için kendini tutar tutar da, bir odaya gidip şöyle bir kere makyajı bile akmadan haykırıp ağlayarak yere oturur; sonra da nasıl olduysa 'metin' bir şekilde normal yaşamına devam eder ya... İşte bütün onlar yönetmenin fantezisi. Öyle bir şey yok.

Ben size söyleyeyim: Boşuna ümitlenmeyin. Zamanla acınız azalmayacak, 'küllenmeyecek'. O kişiyi unutmayacaksınız. Kalbinizde 'yerini' bulmayacak. Orda o köşesinde tozlanırken, siz de günlük yaşamınıza traylaylom diye 'kaldığınız yerden' devam etmeyeceksiniz. Kaldığınız yer falan kalmadı.

Güzel bir video izlemiştim. İngilizce. Neden belli bir zaman geçince insanın acısının bir kutuya girip orada kalmadığını, acı ve sevincin, karanlık ve aydınlık zamanların hep birlikte içiçe olduğunu; insanların sizden hep güzel, neşeli, aydınlık yüzünüzü göstermenizi, acınızı da o güvenli küçük kutusunda onlardan uzak tutmanızı, ölen kişiyi de (yeter artık, hala daha mı Deniz sayıklıyorsun) yavaştan gündeminizden çıkarmanızı istediğini, fakat bu işlerin hiç de böyle olmadığını anlatıyor güzelce.

Zaman geçince ne oldu? Deniz ölmemiş mi oldu? Deniz'in ölümü daha kolay yenilir yutulur bir gerçeğe mi dönüştü? İçindeki trajediden arınıp sıradan bir olaya mı evrildi? Ona duyduğum sevgi bir yerlere mi aktı? Deniz'in ruhumun eşi olma durumunda herhangi bir değişiklik mi oldu? Bir şey olduğu yok.

Üzüntünüz 'günlük işlerinizi aksatıyorsa' fena. Günlük işlerinizi yapmayı başarıyor, toplumun 'işe yarar' bir ferdi olabilmeye devam ediyorsanız (öyle ya, şu hayatta bundan daha önemli ne var?)  o zaman bir sıkıntı yok. İstediğiniz kadar üzülebilirsiniz, acıdan kalbiniz parçalanabilir. Yaşama sevinciniz yokolup gitmiş, bir daha da geri gelmemiş olabilir. Hayattan istediğiniz hiçbir şey kalmamış olması önemli değil. Hayat sizden istediklerini alıyorsa, kafidir zaten. Ha alamıyorsa, o zaman bakarız. Siz de çok canınız sıkıldıysa bir ilaç alıverin canım! Aaaa. Uğraştırmayın insanları.

Deniz de 'böyle isterdi', değil mi?

1 Ağustos 2013 Perşembe

Anlam

Deniz;

Seninle yapacağımız tüm o projeler, çıkacağımız tüm o seyahatler, dikeceğimiz tüm o kuklalar, atacağımız tüm o kahkahalar... Evrenin bir yerinde bir kara deliğin içine düşüp gitti mi? Onlar orada bir çeşit varlık göstermeye devam ediyor mu? Forumlarda seninle birlikte olsaydık, birlikte çalışsaydık, yeni bir ülkeyi seninle birlikte inşa etseydik... Ne olurdu Deniz?

Projeleri de sensiz yapmak istemiyorum ama yapmak zorundayım. Her şeye sensiz katlanmak zorundayım. Bak gene tatile çıkacağım, sensiz çıkmak zorundayım. Yaşadığım süre boyunca. Hasta olduğumda yaşadığım süre boyunca bir daha bana hiç çorba yapmayacaksın. Bir kere bile. Ben mız mız mız yatarken bir kere bile başucumda oturup saçımı sevmeyeceksin.

Anlam. Her gün yaşamımdaki anlamı yeniden yeniden yeniden hiç yoktan kurgulamak zorundayım. Sensiz olan yaşamımı sıfırdan anlamlandırmak zorundayım. Eskiden böyle çabalara girmeme hiç gerek yoktu. Şimdi yoruluyorum. İstemediğim günlerde bile o anlamı bir yerlerden bulup çıkartıp devreye sokmak zorundayım. Çıkartmazsam ne olur bilmiyorum. Ah Deniz. Yoruluyorum, usanıyorum.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

17 Temmuz 2013

Deniz;

Geçen yıl bu saatlerde (sanırım tam iki saat sonra) senin öldüğün haberini aldım. O anda her şey bitti. Sen yoktun artık. Anlamam bir-iki ayımı aldı. Kabullenmem... kaç ayımı aldı?

Neden gittin Deniz? Neden? Beni hiç düşünmedin mi? Düşündün biliyorum. Acaba o son iki saatinde kafandan neler geçti? Bizim zannettiğimiz anlamda bir şeyler geçti mi?

Senin ölümünle mühürlendi yaşamlarımız. Nasıl olacak bilmiyorum. Nasıl oluyor bilmiyorum.

Seni çok seviyorum Deniz. Acaba sen de beni seviyor musun hala?

7 Haziran 2013 Cuma

Sensiz Türkiye

Ah Deniz, neler oluyor bir bilsen. Bir an bile seni düşünmeyi bırakmadım bunlar olurken. Biraz rahatlasın, yazarım. Keşke sen de görseydin olanları.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Kısa haber...

Bayağı meşgulüm, biraz da canım sıkkın. Bazen yaptığım şeyler zorlama geliyor. Naapıyorum ben allaşkına? diye bakınıyorum bazen. İçimden gelerek değil de, zorla kendime enjekte ediyormuşum gibi birtakım hedefleri, istekleri vs. Böyle böyle yapmalıyız çünkü böyle böyle yapmak gerekir. Evet. Doğrusu budur. Çünkü sağlıklı davranış biçimi böyledir. Hiç hayatımda yaşamadığım bir düşünme biçimi.

Bir de şu 'bu da gelir, bu da geçer' hissiyle sıkıntım var. Yaşam sadece geçsin diye bir şeylere katlanmak mıdır? O his de geçsin, hadi bu da geçsin, öbürü de biticek biticek az kaldı. Bakıcaz. Offf.

Deniz senin için güzel bir giriş yapacam ama yapamadım bir türlü...

16 Mayıs 2013 Perşembe

Üç yol


Deniz'i kaybettikten sonra karşıma üç yol çıktı, ya da bu yolları zaman içinde farkettim. Çocuğunu kaybetmiş bir anne de benzer sözler sarfetmiş (bağlantı yok maalesef, arayıp bulurum bir ara). Hemen hemen aynı kelimelerle düşünmüşüz hatta. Eninde sonunda farkedecektim, üç ay da sürse, beş ay da, onbeş ay da sürse... Bu aşamaya gelmek için ne savaşlar verdim bilseniz. 

1) Yaşamımı sonlandırırım.
2) Ölünceye kadar sadece varolurum.
3) Yaşarım. 

Üçünün de Deniz'e bir faydası yok. Ama birini seçmek zorundaydım. Yeni bir yaşam kuruyorum. Yeni bir 'normal' oluşturuyorum. O annenin dediği gibi, Deniz'le birlikte olan yaşamımın bir günü için anında vazgeçebileceğim bir normal.  

12 Mayıs 2013 Pazar

Anneler günü

Deniz,

Geçen sene bu zamanlar bana 'anneler günü sana çok ama çok acı verecek' deseler kafamı kaşıyıp hiç bir şey anlamayıp işime devam ederdim. Bu tür günleri kutlamakla beraber üzerinde çok yoğun durmazdık. Gün işte. Annelerimizi ve yakınımızdaki anneleri arardık.

Bir sene sonrası ve işte böyle Deniz. Anneler günü çok fena bir şey şu anda benim için. Ne diyim ki. Kaç değişik bakımdan içim yanıyor bilemezsin. Senin suçun değil. Benim suçum değil. Kimsenin suçu değil. Suç muç da yok ortada zaten. Problemimiz çözülmüş oldu mu şimdi?

*Deniz'in şirin bir huyuyla ilgili bir giriş hazırlıyorum, azıcık erteledim mecburen. Net bir örnek saptamaya çalışıyorum. Azıcık neşeli bir yazı olsun, özledim valla.

5 Mayıs 2013 Pazar

Sensiz Tatil...

Deniz bak, sensiz Olimpos'a da geldim. Çok duygusal, karmakarışık bir tatil oluyor. O kadar değişiyor ki ruh durumum.

Birlikte yürüdüğümüz yollardan tek başıma yürüyorum. Kuşlara sensiz bakıyorum. Yazır'a doğru yürürken iki tane gökkuzgun bile gördüm, hediye gibi oldu. Denize tek başıma giriyorum. Denize girmekten, yürümekten iflahım kesiliyor. Akşam pansiyonda yemeğimi tek başıma yiyorum. Çok şirin insanlarla tanıştım Deniz, hemen arkadaş olduk. İstanbul'da da görüşmek isterim, sen de çok severdin. Bazen de kapanıyorum içime, kimselerle konuşasım gelmiyor. Pansiyon sahibi seni sordu. Her sene geldiğimiz pansiyon. Merak ettiler tabii, nasıl oldu da tek başıma geldim? O kadar garip geldi ki, tek başıma olunca tanıyamadılar beni nerdeyse. Geçiştirdim Deniz, söyleyemedim onlara. Herhalde sen işlere bakarken İstanbul'da, benim tatile çıktığımı, bu senelik böyle olduğunu düşünüyorlar. Ah Deniz.

Buralarda böyle dolanmak içimi acıtıyor. Sen göremiyorsun işte akan dereyi, güzel kuşları, kurbağaları. Yıldızları. Gökyüzünü. O güzelim dağları. Dağlara bakıyorum, kızıyorum. Deniz gitti ama siz hala burdasınız. Neden burdasınız? Ben gidince de burda duracaksınız. Deniz felan vız geliyor size tabii. Ah Deniz. Vız geliyor dünyaya. Bazen çok fazla Deniz, çok ağır, artık yapamayacağım diyorum. 

İnsanlara bakıyorum. O kadar neşeliler ki. Tatile gelmişler. Hiçbir kaygıları yok. Belli, henüz hiç büyük bir acı yaşamamışlar. Seslerinde, kullandıkları kelimelerde, hareketlerinde o kaygısızlık, o rahatlık ve o 'hafife alma' var. Biliyorum çünkü biz de öyleydik. Yaşamı o kadar da ciddiye almıyorduk valla. Onu çok özlüyorum Deniz. Şimdi yüreğim o kadar ağır ki. Oysa ne ben yüreğimin ağır olacağı yaştayım, ne de sen toprağın altında olacak. Yüreğim ara sıra geçici olarak hafifliyor. Ama biliyorum, nasıl seni sevdiğimi hiç ama hiç unutmuyorduysam, şimdi de ne yaşarsam yaşayım, seni kaybettiğimi hiç ama hiç ama hiç unutmuyorum. İnsanlardaki o hafifliği, o kederden uzak hali görüyorum. Dans ediyorlar, gitar çalıyorlar, şarkı söylüyorlar. Ah Deniz. Bizim şarkımız nerde bilmiyorum ki. Sustu.

30 Nisan 2013 Salı

Yabancılaşma - 2

Artık bu konuyu çok fazla konuşmadığımı, insanlardan yana da çok sıkıntım olmadığını yazmıştım. Gene de şimdiye kadarki bazı çarpıcı 'inanılmaz diyaloglar'dan küçük bir potpuri yapayım. İyi niyetli olanları biliyorum canım. Ama işte...

-Eşyaları ne yapacaksın? Evi ne yapacaksın? Şunu ne yapacaksın? Bunu ne yapacaksın? Bil-mi-yooo-rum. Sizi ilgilendirmez. Sormayın.
-Belki şöyle şöyle yaparsan Deniz'i unutursun. Deniz'i unutmak gibi bir hedefim.Yok.
-En azından şöyle şöyle oldu (Acı çekmedi, mutlu öldü, 40 yaşına kadar yaşayabildi, vs.) Hayır. İyi bir yanı yok. Bırakın.
-Komşumun halasının teyzesi vardı, o da trafik kazası geçirmiş hem eşini hem iki çocuğunu birden kaybetmiş. Ben sadece eşimi kaybettiğim için benim üzüntüm geçersiz bu durumda?
-Bizim dayıoğlu da kaza geçirdiydi. Eşinin kafası parçalanmış. Kolu üç yerinden kırılmış kemiği dışarı çıkmış... Bunları bana tam olarak niye anlatıyorsunuz? Korku filmi detaylarını kendinize saklayın.
-Yaa, işte birini çok sevince de böyle oluyor (Ölümüne çok üzülüyorsun anlamında). Hm. Yani sonunda kaybedeceğimiz için insanları sevmemeliyiz. Bu bana nedense ölüm tehlikesi olduğu için evden çıkmamayı hatırlattı.
-Oyalanıyor musun? Oyalanman lazım. Kafanı dağıtıyorsun değil mi?  Aklımda bulunsun da kafamı 'dağıtayım' bi ara.
-İyi ki çocuğunuz yokmuş.
-Keşke çocuğunuz olsaydı. Evet, çünkü bunlar sizin karar verebileceğiniz şeyler.
-Bak yasını doya doya yaşayabiliyorsun. Aman ne güzel.
-Yapacak bir şey yok. Yapacak bir şey olmadığını ne kadar derinden hissettiğimi inanın bilemezsiniz. Mesele zaten yapacak hiçbir şey olmadığında, hiçbir çözüm bulunamadığında, bütün yolların sonuna gelindiğinde, karanlık, tam bir umutsuzluk her tarafı kapladığında, işte o zaman insan ne yapar, ne hale gelir? Onunla ilgili.
-Bu kaza seninle çalışmaya başladıktan birkaç yıl sonra olsaydı, bu işle ilgili şöyle şöyle yapardık. Yaşamımdaki korkunç olayın ne zaman olabileceğiyle ilgili şart mı öne sürüyorsunuz? Bence koşarak uzaklaşmaya başlasanız iyi olur. Yoksa 'kafamız dağılabilir'.

Ayrıca:

-Bu ikinci, üçüncü, beşinci elden, kitaptan okunarak, televizyondan izlenerek, gasteden bakılarak anlaşılabilecek bir şey değil. Varsayımlarda bulunmayın.
-Eşi ölmüş bir insanla etkileşime girmek sizi rahatsız ediyorsa (zannettiğinizden çok daha kolay anlaşılıyor) yukarıdaki paragraftaki son iki cümleye başvurun.
-Deniz'i sadece toplam on kere gördünüz ve gerçekten benim kadar çok etkilendiniz öyle mi? Yarış yaptığımızı bilmiyordum.
-Deniz'den bahsettiğimde sıkıntılı bir sessizlik oluşmasına gerek yok. Normal konuşabiliriz.
-Kazayı artık anlattırmayın, en başta çok kereler anlattım. Artık istemiyorum.
-O gün neden yola çıktınız? tarzı sorgulamaları binlerce kez yapmış durumdayım ve çoook zordu. Beni tekrar oralara döndürmeyin.
-Deniz bir makine parçası değil, onun 'yerine' bir şey konamaz.
-Deniz'le kan bağımızın olmaması, ya da sadece 11 sene birlikte olmuş olmamız aramızdaki sevgiyi geçersiz ya da yetersiz, ya da onun ölümünü daha katlanılabilir kılmıyor.
-Bu kazadan sonra birçok insanın evliliği 'mal ve hizmetlerin el değiştirdiği bir iş anlaşması' olarak tanımladığını, 'sevgi'nin bu tanımlamada herhangi bir yer bulmadığını çok net olarak görmüş oldum.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Zamanın geçişi

Deniz,

Bak sensiz dokuz aydan fazla geçti. Seninleyken zamanı saymıyordum valla. Zamanın geçişi iyi bir şeydi, çünkü seninle ne kadar zaman geçirirsem kar gibi geliyordu. Birlikte oluşturduğumuz anılar, onları kimse alamazdı bizden. Bir kitapta okuduğum gibi, bir şeyler 'yaşamış' olmayı hiçbir kuvvet yok edemezdi. 'Aman çok yaşlandım hay Allah' diyen arkadaşlarıma da şaşkınlıkla bakıyordum (O konuya da bir ara geleceğim). Ama şimdi günleri, haftaları, ayları sayıyorum. Sonra yılları sayacağım. Zaman her şeyin ilacı. Haha. Siz onu benim külahıma anlatın. 

Ben burda sensiz olmanın acısını her an -her an!- yaşamak zorundayken, sen bu sürede hep ama hep 'zaman'sız bir şekilde, toprağın altında olacaksın. Zamanın bir şeyi iyileştirdiği yok, sadece senden beni uzaklaştırıyor -uzaklaştırdığını zannediyor.

Ah Deniz! O kadar çok motorcu var ki etrafta... Yan çantalarını takmış, uzun yola düşüyorlar haftasonu. Sen olsan bayılırdın, şimdi tam bizim de asfalta çıkacağımız zamanlar.

20 Nisan 2013 Cumartesi

Yalnızlık

Deniz'in gidişi bende dev bir yalnızlık oluşturdu. Bu yalnızlığı nasıl anlatabilirim...

Bu hiç kimsenin yanımda olmamasından kaynaklı bir yalnızlık değil, ya da konuşacak hiç kimsem olmamasından. Ailemin, arkadaşlarımın her zaman yanımda olduğunu biliyorum. Aslında bu kimsenin giderebileceği bir yalnızlık da değil. Bu 'Aman benim yanlızlığımı giderin' şeklinde bir çağrı da değil. Nasıl desem.

Bu daha çok... "Senin sevdiğin, en sevdiğin, hayatındaki en önemli insan herhangi bir zamanda yok olabilir. İyi de anlaşsanız, birbirinizin değerini de bilseniz, birbirinizi çok sevseniz, sağlığınıza dikkat de etseniz, doğru bildiğiniz biçimde yaşasanız ve doğru olduğunu düşündüğünüz şeyleri yapsanız da. Bir önemi yok."tan kaynaklanan bir yalnızlık. "Çok güzel bir insanın yaşamı, hayatta bütün yapacaklarını yapamadan yarım kesilebilir. Pek farketmez. Ne de olsa yaşam devam ediyor."dan kaynaklanan bir yalnızlık.

Bu, yoldaşımı kaybetmekten kaynaklanan bir yalnızlık. Davetlere iki kişi gidecekken tek başıma gitmek zorunda olmaktan. Evde tamir edilecek bir şey olduğunu farkedip onu tamir edecek kişinin sadece ve ancak ben olacağımı bilmekten; ben tamir etmezsem öylece kalacağını bilmekten. Canım sıkıldığında 'Gel yavlu iki dakka dışarda yürüyelim' diyemeyeceğimi bilmekten. Bir iş sorunu çıktığında, ya da işle ilgili bir konuda kararsız kaldığımda danışacak kimse olmadığını, kendim çözmem gerektiğini farketmekten. Kendi kendime yemek yemekten. Oysa yemekler ne kadar eğlenceli oluyordu Deniz'le, her seferinde sanki festival gibi. Aklıma komik bir şey geldiğinde içimden gülüp Deniz'e dönüp anlatamayacağımdan, birlikte gülemeyeceğimizden. Sonraki günlerde o komik şeye atıfta bulunup bulunup tekrar tekrar gülemeyeceğimizden, o aramızda bir çeşit parola gibi olamayacağından. Onun yerine içimden gülüp her ne yapıyorsam sessizce devam etmekten.

Artık anlatacak, ekleyecek bir şeyim olmadığından, yorgun olduğumdan, yaşamın 'eğlencesi'ne katılamayacağımı, katılmak istemediğimi bilmekten kaynaklanan bir yalnızlık.

16 Nisan 2013 Salı

Oyun Hamuru

2002'deki bir projeden; bir arkadaşımızın yaptığı karakteri canlandırırken
Deniz;

Biliyorum daha önce çalıştığın yerlerdeki, üniversitedeki, lisedeki, hatta çocukluğundaki arkadaşların, yakınların seni benden çok daha farklı hatırlayacaktır. Herkesin kendi Deniz'i var. Ben de seni ancak kendi bildiğim, gözlemlediğim kadarıyla yazabilirim tabii ki. Birçok kişi senin birçok farklı türevini anlatıyor, bu da güzel bir şey aslında.

Örneğin seni doğal bir lider olarak gördüğümü anlatmıştım. Bir arkadaşımız seni hiç lider olarak değil de, daha çok 'ruh' gibi gördüğünden bahsetti. Sanırım senin genel sükunetine dayanarak söyledi bunu. Bense farklı görüyorum tabii ki. Başka iki arkadaşın da senin üniversite yıllarında çok pasaklı olduğunu anlattı. O kadar şaşırdım ki, senin genel titizliğini bildiğim için. Hoşuma da gitti senin farklı bir yönünü duymuş olmak. Yaşamı boyunca ne çok farklı kişi oluyor insan, hem kendi gözünden hem de başkalarının gözünden. Artık senin değişemiyor, dönüşemiyor olman bayağı zor geliyor bana. Belki de hala değişiyorsundur, zihinlerimizde.

Oyun hamuru... Biraz daha teknik adıyla plasterin. Projelerimizde ne çok kullanmıştık onu. Habire yeni karakterler düşlüyor, ya da birilerinden projelerin için plasterin karakterler yaratmasını istiyordun. Daha sonra 'projelerimiz'e dönüştü tabii ki.

Seninle birlikte çalışmış olan birçok arkadaşın hatırlayacaktır. Senin için en rahat ortamlardan biriydi plasterin, hemen hızlıca şekillendirip derdini görselleştiriyordun onunla. Şirin, cin fikirler ortaya atıyordun. Tabii işin içine sonradan teller, ahşap, köpük, silikon tabancası, kumaş, boya, fırça, heykel kalemleri...bir sürü başka şey de dahil oluyordu. Ama ilk aşamada hayallerini plasterinle şekillendirmek ve bol bol fotoğraf çekmek senin için olmazsa olmazdı nerdeyse. Projeleri yaparken fotoğraflama huyuna bayılmıştım, sonradan 'kamera arkası' olarak bakması çok eğlenceli oluyordu. Çizimden çok daha rahat ifade ediyordun kendini plasterinle.

Aklında bir sürü proje vardı Deniz; proje yiyip proje içiyor, proje soluyor ve uykunda projeyle uğraşıyordun. En çok da projenin hazırlık aşaması, o en ham halindeki problem çözme kısmı hoşuma gidiyordu benim. Yaratmak istediğin görüntüye ulaşmak için deneme üstüne deneme üstüne deneme yapıyordun. Birçok kişiden de yardım istiyordun. O eğlenceye dahil olmak ne güzeldi! Ta üniversite yıllarından beri ne kadar çok uğraşmışsın plasterinle... O kadar çok fotoğraf var ki, gizli olmayanları
yavaş yavaş girişlerde kullanırım.

Mini mini renkli karakterler ööyle bakıyor şimdi. Daha birlikte ne projeler yapacaktık Deniz. Ah Deniz.
Deniz'in bir atölye çalışmasından, hazırlık
*Deniz'in çalışmalarıyla ilgili anılarınız varsa canınız istediğinde paylaşırsanız çok sevinirim.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Leylekler


Deniz;

Geçen gün Caddebostan'a doğru yürürken kafamı bir kaldırdım. Gökyüzünde binlerce leylek. Upuzuuuuun, alabildiğine bir koridor halinde uçuyorlardı! Geri gelmişlerdi! Geçen sene hatırlıyor musun bu sıralarda Assos'a arabayla gene ara yollardan giderken bir dağın tepesinde leyleklere rastlamıştık. Binlercesi, bütüün gökyüzü leylek kaplıydı ve tepemizden, çok yakından geçiyorlardı. Derhal arabayı durdurup sen fotoğraf makinenle, ben dürbünümle dışarı çıkmıştık.

Bu muhteşem manzarayı bu sefer sensiz görmek çok acı verdi. Uzun süre leyleklere baktım. Bir yandan da sevindim. Senden haber mi getirmişlerdi?

O gün Deniz'in çektiği fotoğraflardan
*Geçenlerde August Rush diye bir film seyrettim. Türkçesi var mı bilmem. Kaybetmekle ve yeniden bulmakla ilgili. Bir de, asıl, müzikle. Bazen kelimeler ya da çizimler kendimi ifade ederken çok yetersiz, bayat ve kuru geliyor. 'Demek istediklerim bunlar değil, bunlar Deniz'e hakkını vermiyor' diye baya kafayı yiyorum çoğu zaman. Sanırım müzik duygular için çook daha doğru bir ortam. Film bazı yerlerde o kadar melodram oluyor ki insana fenalık geliyor; bir de bazen çok saçma yerlere bağlıyor. 

Fakat onu vaktiniz olduğunda, bir kez de beni ve Deniz'i düşünerek izler misiniz? İyi bir hoparlörünüz olursa daha iyi olur. Doğrudan bizim hikayemiz değil tabii ama bir sürü ilginç yeri var bence. Birçok yerde gürül gürül ağladım; müzikle birlikte duygularım o kadar yoğunlaştı ki. Acaba sizde de aynı duyguları uyandıracak mı, merak ediyorum. İzledikten sonra benimle paylaşır mısınız?

4 Nisan 2013 Perşembe

'Yas'ın hayatı

Şu sıralar aklıma yazacak bir şey gelmiyor. Aklımdan çok şey geçiyor da, düzgün bir yazı çıkartacak kafa rahatlığına ulaşamıyorum bir türlü.

Bu yas meselesini kendi içinde bir hayat gibi düşünürsek sanırım Deniz'in ölümünden itibaren bebeklik ve çocukluğum bitti; şimdi sevimsiz 'ergenlik' aşamasına geçtim. 'Bebekliğim' sırasında bir şeyin farkında değildim (1-2 ay); 'çocukluğum' sırasında da bayağı olumlu bir bakış açısı korumaya çalışıyordum, sağa sola koşturup bilgi alıp paylaşıp (2-6 ay). Ama Deniz'in öldüğü ve gelmeyeceği bilgisi içime çöktükçe (6. aydan sonrası), içime o umutsuzluk yerleştikçe huysuz bir ergen gibi hissediyorum şu sıralar. İşlerimi yaptıktan sonra kimselerle konuşmayıp somurtuk somurtuk, hayata küskün şekilde oturmak istiyorum sadece. Bir de uzaklaşmak. Sizde de var mı o ters ve çekilmez ergen?

Deniz'le ve oyun hamurlarıyla ilgili şirin bir yazı yazmak istiyorum, ama bakalım. Enerjimi toparlayabilince.

28 Mart 2013 Perşembe

Sneijder

Resim kaynağı
Deniz;

Gazetede Sneijder'in resmini görünce ağlayan tek insan benimdir heralde. Sen de ben de futbolla ilgilenmezdik pek, bilgimiz de yoktu açıkçası. O garip, şiddetli, acımasız atmosfer ve bir spor karşılaşması değil de bir çeşit iş anlaşması izliyormuşuz hissi... bilmiyorum işte. İnsanların çok sevdiğini de biliyorduk ama naapalım.

Fakaat seninle Dünya Kupası'nı izlemeyi acayip seviyorduk. Hiç anlamasak da hareketler, oyunlar, heyecanın sürekli ayakta olması, değişik ülkelerin değişik yöntemleri; ah o elendi, bu gruptan çıktı derken... çok hoşumuza gidiyordu. Bir de çok güzel görüntüler oluyordu, kameraya, ışığa vs. teknik donanıma ve maçın ekranda 'kurgulanmasına', açılara... çok özen gösterdikleri için. Tam bir festival oluyordu valla.

Seninle birlikte 2002, 2006 ve 2010 kupalarını izleyebildik. İlki Ankara'da işten sonra gittiğimiz bilardo salonunda, ikincisi İstanbul'da, üçüncüsü de Datça'da bir tatil sitesindeki açık hava kahvesinde. Hepsi de ayrı ayrı acayip zevkliydi. İlkinde Türkiye de vardı, tabii ayrı bir duygusal yoğunluk oluşmuştu ister istemez.

Diğer kupaları sırf oyun için izlemek aslında daha eğlenceli gelmişti bize. 2006'da ilk başta Fransa takım kaptanı Zidane'ı çok takdir etmiştik hatırlıyor musun; ne kadar efendi bir oyuncu, muhteşem oynuyor felan diye. Taa ki onu sonsuza kadar öyle hatırlamamızı sağlayacak o talihsiz kafayı atana kadar. Seninle resmen travma geçirmiştik, adamı o kadar sevdikten sonra. İtalyanlar da ne kadar pis oynuyordu be öf, deli olmuştuk.

2010'da da Uruguay'ı tutmaya meyletmiştik, baya iyi oynuyorlardı galiba; bir de ne bileyim, sempatik gelmişlerdi. Datça'da o plastik sandalyeleri maçtan önce kapmak için ne acayip bir yarış oluyordu hatırlıyor musun, site sakinleri resmen birbirini yiyordu. Biz de zavallı kampçılar olarak bir kenara geçiyorduk seninle. Gazoz felan alıyorduk büfeden, ne keyif! Her gün saat 8 miydi, 10 muydu, çok şirin bir rutin oluşmuştu. İki saatlik püfür püfür eğlence. Vuvuzelalar oraya ulaşamamıştı neyse ki.

Sneijder'i hangi yıldan hatırlıyoruz, tam çıkaramadım ama. Ya 2006'da ya da 2010'da 'Amanın bu nasıl bir oyuncu' diye baya takdir etmiştik seninle. Bir de o şaşkın ifadesi felan da heralde dikkatimizi çekmiştir. Şimdilerde büyümüştür, çok şaşkın değildir ifadesi büyük ihtimalle.

Dünya Kupası seninle yaşamımızın bir parçası olmuştu artık Deniz. Bir de her sene daha da iyi, daha da iyi; hızlı çekim yapan, tertemiz, detaylı görüntü alan kameralar, ray sistemleri, daha da iyi ışıklar... derken her kupa bir diğerinden daha eğlenceli oluyordu bizim için. İşte, 2014 Dünya Kupası için de baya heyecanlanıyorduk seninle. Nasıl dört yıl bekleyeceğiz, 2012'de mi olacaktı, yok o sene Olimpiyat var şudur budur... Onu sensiz tek başıma izlerken neler düşüneceğim acaba?
Zidane'ın 'kafa'sının dev heykelini bile yapmışlar Fransa'da

25 Mart 2013 Pazartesi

Yabancılaşma - Bölüm 1

Acayip bir yabancılaşma hissediyorum çok uzun zamandır. Bir türlü adını koyamıyordum, 'bir şey hissediyorum, bir şeyler yanlış ama, nedir nedir' diye arıyordum. Kazadan beridir artık başka bir gezegende, farklı bir zaman diliminde yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Sanki birdenbire 10000 yıl atlamışım da yaşım artık 10034, 10035, 100036 diye gidiyormuş gibi.

Daha önce bir arkadaşımla da konuştık: Bu kaza ve Deniz'in ölümü dünyaya olan güvenimi çok temelden sarstı. Öyle arabaya, uçağa binmeyim aman felan diye bir şey değil. Onun çok çok ötesinde bir sarsıntı. Bazen kelimeler yetmiyor demek istediğimi anlatmaya, hissettiğimi aktarmaya.

İnsanlarla ilgili çok büyük bir sıkıntım yok - ufak tefek, onu da başka bir girişte anlatacağım. Ama hayata sonsuz güveniyordum. Kendimi hayata teslim etmiştim, çok huzurluydum. Hayat ona duyduğum güveni suiistimal etmiş, arkadaşımın da dediği gibi Deniz'e ve bana ihanet etmiş gibi geliyor. Deniz'in bu kadar genç ölmesinde çok 'yanlış', bana hiç doğal gelmeyen, hiç de tekin olmayan bir şey var. Yaşamın adil olmadığını biliyorum; ama bu benim duygum, böyle hissediyorum, yapabileceğim bir şey yok. Bunu sadece 'öfke' diye sınıflandırıp bir kenara koyabileceğimizi sanmıyorum. Bence bundan çok daha fazlası var, çok daha temelde bir şeyler yerinden oynadı.

Deniz'le birlikte olmak, yaşama onun yoldaşlığında devam etmek, onunla birlikte dönüşmek ve yaşamı onunla birlikte dönüştürmek benim için çok huzurlu bir varoluştu. Üniversitedeyken bile (iki arkadaşım hatırlar) 'barış ve huzur' yaratığı çizerdim habire. Benim için hayatım boyunca yaşadığım iç çatışmalardan arınmış, kendimle tutarlı, sade bir huzur içinde olmak yegane hedefti. Bunun tanımı birçok insan için farklı elbette, benim için de farklı. Yıllar içinde arayıp bulmuştum istediklerimi ve istemediklerimi. Çok mutlu insanlardık Deniz'le. Yaşamımız sadeydi. Sevdiğimiz işler yapmak, projeler üretmek ve sevdiğimiz şekilde, gezerek görerek, öğrenerek, gözlemleyerek, paylaşarak, yakınlarımızla yaşamak yeterliydi bizim için. Tabii ki her gün güller ve kelebekler şeklinde değildi, ama o arka plandaki sevgi sorunların üstesinden geliyordu gerektiğinde. Deniz'le birlikte bir dünya yaratmıştık. Benim ailem Deniz'di artık.

Dolayısıyla hayata karşı çok büyük bir yabancılaşma hissediyorum. Mekanlara karşı da öyle. Etrafıma bakıyorum, 'Burada ne işim var? Buraya ait değilim' diye düşünüyorum. Öyle 'alışırsın alışırsın'la geçecek yüzeysel bir şey değil. Benim 'yuvam' Deniz'di. Deniz yok, o zaman 'yuvam' ortadan kalktı. Beni geçici olarak iyi hissettiren, 'ait' hissettiren iki şey var sadece: çalışmak, bir hedefe doğru yol almak ve Deniz için bir şeyler yapmak. Ama o yabancılık hissi... Onun bundan sonra bir yere gitmesi çok zor. Bakalım.

23 Mart 2013 Cumartesi

Başvuru

Dün şimdi için bir etkisi olmayacak, ama olursa ilerideki yaşamımı etkileyebilecek bir başvuruda bulundum. Ne olduğu önemli değil, zaten böyle şeylerden gerçekleşmeden bahsetmenin çok bir anlamı yok. Fakaat...

Bu başvuruya hazırlanmak için birkaç gece uykusuz kalmam, yolculuklar yapmam, bir yerlerden belgeler almam, yardım istemem gerekti. Bazı hatalar yaptım, onları düzelteyim, aman yanlış belge, eksik yazı derken baya gerildim; başvuru merkezinin kapanmasına iki saat kala zar zor yetiştirdim teslim ettim her şeyi. Benim için rekor denilebilecek bir gecikme.

Çok uzun süredir ilk defa miniminnacık bir rahatlama hissettim. Kapıdan çıkınca cep telefonumu çıkardım hemen. Böyle durumlarda, mesela bir iş görüşmesinden ya da bir toplantıdan çıktığımda ilk iş Deniz'e telefon edip o minik rahatlamayı kutlardım. Bir şey olduğundan değil, sadece o andaki küçücük, önemsiz gerilimim geçtiği için. Sevinçle telefonu açardı, sakin, ilgili ve kibar sesiyle:

-Naaptın yavlu, teslim edebildin mi, gidiyor musun, aldılar mı seni? ('Yavlu' evrensel hitap şeklimiz)

-(Deniz'le konuşmanın ve o rahatlamanın etkisiyle adeta sevinçten patlayacak gibi) Yavluu paketi teslim ettim, yetiştirdim. Oh iki saat kala hem de, kapanıyordu ha! Bi de yağmur başladı, taksiyle zor yetiştim, nasıl yağıyor anlatamam, sileceklerden bööle görünmüyordu... (devam eder durmamacasına)

Deniz benim rahatladığıma mutlu olur, güler:

-Hadi be, hehe, e gel yavlu eve hemen kutlayalım. Balık aldım.

Cep telefonuma baktım. Kimi arayacaktım? Bir şey başarmış, herhangi bir kabul almış felan değildim. Alt tarafı bir başvuru yapmıştım, arkadaşlarımı arayıp heyecan yapacak bir durum yoktu. Zaten herkes çalışıyor, işi gücü var, çoluk çocuk bakıyor, kendi yaşamıyla boğuşuyor doğal olarak. İnsanları rahatsız edecek bir gelişme yok aslında bakınca. Annemlere kesinleşmeden zaten bir şey söylemiyorum, boşuna olmayacak bir şey için heyecanlandırmak anlamsız.

Telefonumu çantama geri koydum. Sokaktan aşağı doğru yürümeye başladım.

18 Mart 2013 Pazartesi

8 ay sonra...

Hemen hızlıca bir giriş yapayım, gene işler güçler bastırıyor. 


Deniz'i kaybedişimizin üzerinden dün tam sekiz ay geçti. Bu arada taşıdığım alevli yükün ağırlığı değişmedi. Sadece o yükü taşımayı hiç ama hiç bilmiyordum, şimdi yavaştan öğrenmeye başlıyorum. Başta çoook yakınımın desteği sayesinde bu ağırlıkla ezilmedim ve yanmadım. Hala, tek başıma (gibi) taşırken ezilmemeye çalışıyorum, yanma konusunda bir şey diyemeyeceğim. Bazen başarıyorum, bazen başaramıyorum. Çok basit bir çizim yaptım, durum tabii ki bundan çok çok daha karmaşık ve değişken. Tek başıma olduğum da -iyi ki- söylenemez.

İlk günlerde anlamıyordum, zamanın geçişini vurgulayanlara sinirlenip 'Nasıl yani, Deniz'in ölümü zaman içinde puf diye önemini yitirecek mi?' diye düşünüyordum. Fakat Deniz'in ölümünün ağırlığının, yakıcılığının azaldığı falan yok aslında. O mutlak çünkü. Hala eşit derecede acı veriyor. Hala dayanılmaz. Hala her gün ağlıyorum. Değişen şey benim onu taşıyabilme kapasitem sanırım. Bazı günler öyle hissetmiyorum ama...

Siz ne dersiniz?

14 Mart 2013 Perşembe

Cesaretin

Deniz,

Tanıdığım en cesur insanlardan biriydin aynı zamanda. Nasıl yapıyordun, neden hiçbir şeyden korkmuyordun; hayret ve şaşkınlıkla bakıyordum yaptıklarına.

Hani Olimpos'ta skutır kiralamıştık demiştim ya. Senin ilk kullanışın mıydı bilmiyorum ama gayet rahattın, sanki yıllardır skutır kullanıyormuşsun, bu iş çocuk oyuncağıymış gibi davranıyordun. Yani böyle ilk denemede şaşkınlık, bir şeyleri yanlış yapma, devirme, yalpalama felan hiç olmuyordu. Bense ilk kullanışımda tabii ki fren yerine gaza basıp az daha köprüden uçuyordum.

Buz pateni kayarken de cesur ve rahattın, elektrik tesisatıyla uğraşırken de, motorun en alingirli mekanik parçalarını tamir ederken de. Motoru belki birçok insan kendi kurcalamaya çekinir, 'Ya yanlış yaparsam, yolda başıma bir şey gelirse' diye. Sende hiç öyle bir kaygı yoktu tabii ki.

'Hadi, şimdi helikopter uçuracağız' deseler hemen pata pata ilk uçuranın sen olacağına eminim. Ders mers de almadan hani: 'Dur bakayım şurası neymiş, olsa olsa şurayı çeviriyoruzdur' felan diyip başlatırdın. Gözümün önünde o kadar rahat canlandırıyorum ki senin kumandanda helikopterin havalanışını. Sanki araç-gereçle de gizli bir dil paylaşıyordunuz, hayvanlarla olduğu gibi. Sana zarar vermeyeceklerine, doğru prensipleri uyguladığında fizik kurallarının her zaman senden yana olduğuna emindin.

Cesaretin yaptığın şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu farketmemenden değil, o tehlikeyi nasıl kontrol altına alacağına olan kendine güveninden kaynaklanıyordu. Kontrol altına alamayacağın kısmı için de öyle uzun uzun kuruntu yapmıyordun valla. Bir yerinden başlıyordun işte, hadi bakalım diyip.

O yüzden her işte tam bir öncüydün. Yönetmenliğinde de öyleydi. Açılmamış yolları açmaktan, denenmemiş yöntemler geliştirmekten, sonu görünürde belli olmayan ama senin çözüleceğine emin olduğun işlere başlamaktan hiç korkmazdın.

Bu cesaretine hayran oluyordum tabii ki. Bazen bir işe kalkışmaktan çekindiğimde bana baya kızardın. Ben de sayende biraz daha cesur olmayı öğrendim. Ah Deniz. Bir tek denizde kayalardan atlamıyordun, senin bir şeyden çekindiğini gördüğüm tek zaman da oydu sanırım.

Ölmekten bile korkmadın, onu da cesaretle karşıladın. Belki senin gösterdiğin bu son cesaretten de bir şeyler öğrenmem gerekiyor Deniz. O gün geldiğinde senin kadar cesur olabilecek miyim?

3 Mart 2013 Pazar

Cevapsız sorular

Dikkat! Hassas ya da rahatsız edici konu olabilir.

Deniz'in tam olarak neden öldüğünü hala bilmiyorum. Tamam, kabaca biliyorum ama bazı sorular hala içimi minik minik kemiriyor. Bu kemirmenin önüne tam geçilebilir mi bilmem; birçok kereler danışmanımla ve bir sürü yakınımla konuşmamıza, bu kazanın ve sonrasında olanların kontrol edilemez olduğuna düşünsel olarak ikna olmama rağmen ara sıra bugünkü gibi tekrar yüzeye çıkıyor. Bu duygunun büyümesine izin verirsem çok fena yerlere varabileceğinin de farkındayım. İşte, küçük boyutta tutup dikkatimi çoğunlukla başka şeylere veriyorum.

Tamam, kaza kaçınılmazdı. Ama madem kaza oldu, gerçekten Deniz'in hastanede yattığı o iki gün boyunca onu kurtarmak için yapılabilecek mutlak olarak her şey yapıldı mı, bu sorunun cevabını bulmamın hiçbir yolu yok. Hastanedeyken ben olayın boyutunun farkında bile olmadığım saçmasapan bir haldeydim. Hemşire olan teyzem de o günler boyunca (yaşamımın en uzun iki günü olacak hep) hastaneyle haberleşip Deniz'in durumu hakkında doktorlardan sürekli bilgi alıyordu. Onunla geçen haftalarda bir gün buluşup konuştuk, sağolsun. Aklımdaki sorulara cevap verebilmesini çaresizce umdum. 

Deniz'in hayatı o iki gün boyunca bizim için en değerli şeydi. Tamam, bir ameliyat olduğunu biliyorum ama sonrasında neden bir türlü gelişmelerden bize haber verilmediğini, durumu kötüye gidiyorsa da bunun için ne tür çözümler üretebileceğimizi neden bize söylemediklerini bir türlü anlayamıyorum. Deniz'i kurtarmak için tıbbın gerçekten bütün olanakları kullanıldı mı? Denenebilecek her çözüm yolu gerçekten tüketildi mi? Yoksa o anda hastanedeki kısıtlı kaynakların (doktor, malzeme, cihaz, travma bilgisi, yoğun bakım ünitesinin koşulları...) sınırları mı gidişatı belirledi? Acaba Deniz'i başka bir hastaneye, daha yetkin bir doktorun eline aktarmak gerçekten imkansız mıydı? Ameliyattan sonra bir noktada sanki durum akışına bırakılmış gibi geldi bana ve bu duygudan kurtulamıyorum. Her zaman bunu düşünmüyorum, ama bazen dalga dalga beni vuruyor tekrar. 

Teyzem tabii ki bütün iyi niyetiyle, konudaki kısıtlı verilerle çok içimi rahatlatan bir cevap veremedi, çünkü sonuçta orada değildi. Hastaneye sorsam; zaten büyük ihtimalle kendisini korumak için herhangi bir ihmal ya da yanlış uygulama yapıldıysa, ya da koşulları yetersiz kaldıysa bu konuda tam gerçeği hiçbir zaman itiraf edemeyecektir. Dolayısıyla asla cevabını alamayacağım sorularla başbaşa kalıyorum böyle. 

Bu soruların cevabı kötü bile olsa o cevabı mutlaka almam gerekiyor, şeker felan da kaplamadan hem de. Yüzleştiğimde korktuğum şey sadece bir kere başıma geliyor. Öbür türlü zihnim tekrar tekrar tekrar aynı korkuyu, kuruntuyu, suçluluk duygusunu yaşatıp yıpratıyor beni. Ama bu durumda ne yana dönsem ya eksik bilgiye, ya da çıkarlara çarpıyorum. 

Zaten yaşamım boyunca bir kaza geçirdiğimiz ve bu kazada Deniz'i kaybettiğim bilgisinden oluşan bir hapis içinde kalmaya mahkumum. Bu hapse kimse benimle birlikte giremez, tek kişilik bir hücredeyim ve afla da çıkılmıyor. En azından sorularımın cevabını öğrenmeye hakkım yok mu?

1 Mart 2013 Cuma

Doğum günü...

Doğum günün kutlu olsun Deniz... Seninle birlikte kutlasaydık ya hep beraber. 41'inci kez baharın gelişini karşılasaydın ya. Bakıyor musun oralardan?

25 Şubat 2013 Pazartesi

Motosiklet - Bölüm 2

Bu yaralı kuş Cemile'yi gördüğümüz geçen baharki geziden. Olimpos'a giderken.
Deniz,

Bugünlerde Ankara'da gözüm hep motorcuları arıyor. Şimdilik çok fazla yok. İstanbul'da çok daha yoğun, kışın bile motorcu görürdük ya Deniz'im; onlardan biri de sendin. Burda sadece motokuryeler var hemen hemen. Kaskıyla, ceketiyle, dizlikleriyle, eldivenleriyle, kotu ya da motor pantolonuyla senin yapında, boyunda bosunda bir motorcu görünce şöyle bir sarsılıyorum. İçimde birşeyler kopuyor. Sen de böyle dimdik dururdun motorunun üzerinde. Büyük bir ustalıkla F650'ni park eder (gürül gürül gürül biraz da aksıran bir kargaya benzeyen motor sesi o sırada kesilir), bacağını şöyle bir atar, sukunetle inerdin motorunun üstünden. Kaskının emniyetini açardın, yıpranmış, güneşten sararmış eldivenlerini çıkarmadan. 

Doğumgününe yaklaşırken gene motordan bahsedeyim dedim Deniz, şimdiden kutlu olsun!

F650... İşte onunla çok anımız var birlikte, diğer beyaz Honda'nın aksine. Ne zaman almıştın F650'yi? Sanırım 2007-2008 gibiydi. Honda'yı satıp hemen buz mavisi muhtereme geçmiştin. Ne kadar güzeldi. Daha sonra gene aynısının biraz daha yeni versiyonunu almıştın Ankara'dan.

Artık motora doya doya birlikte binebilecektik! Önce şehir içinde başladık; okula giderken, Beşiktaş'a, Taksim'e, Emirgan'a. Sonra yavaştan Şile'ye, Kerpe'ye... Senin sayende gerçekten motordan keyif almayı (eh yolcu koltuğunda olduğum için ikinci elden de olsa), motorun ne kadar farklı bir dünya olduğunu, motorcuların nasıl da özgün, birbiriyle dayanışma içinde, eğlenceli ve tutkulu bir topluluk olduğunu öğrendim. 

Büyük bir ustalıkla motorunu kendin tamir etmekten, bakımını yapmaktan, ona yeni parçalar eklemekten vs. çok hoşlanıyordun. Atölyen bizim apartmanın önüydü. Zinciri sürekli yağlayan o parçayı da sen takmıştın; yeni, uzun boylu rüzgarlığı da, yeni lastikleri de. Üreticinin tüm çakallıklarına rağmen (şöyle şöyle özel tornavida olmadan açılmıyor malesef o vidalar, bizim orjinal servise gelmeniz gerekecek) motordaki en karmaşık sorunları bile kendin gideriyordun. Uzun yolda karşılaştığımız irili ufaklı sıkıntıları da toparlayabiliyordun servise muhtaç olmadan bu sayede. Hem böylesi çok daha eğlenceliydi. Ben de senin resmi fotoğrafçın olarak an be an görüntülüyordum tamir anlarını. 

Bir süre sonra yeni uzun yol rotaları belirleyip sadece gidilecek yerin değil, yolun da bir çeşit amaç olduğu güzel tatillere çıkar olmuştuk. Gerçekten yorucu oluyordu uzun yol yapmak, sık sık mola da vermek gerekiyordu, özellikle senin de dikkatinin dağılmaması için. Ama çook keyifliydi! Onca kilometreyi açıkta, rüzgarla ve her şeyle başbaşa gitmek. Yolu, havayı, güneşi hissetmek. Ara yollardan, nefes kesici dağlı taşlı ağaçlı ve her yeni rotada bizi şaşırtan keşiflerle dolu yerlerden geçmek o kadar güzeldi ki. 

Bir süre sonra yolda gördüğümüz çeşit çeşit kuşları hem senin fotoğraf makinenle, hem de benim dürbünümle gözlemeye başladık - flamingo, pelikan, şahin, kartal, saka, balıkçıl, leylek, arıkuşu, meke... daha bir sürüüü güzel kuş. Bir süre sonra kuşları da bulabileceğimiz rotalarından geçer olduk güzel memleketimizin.

İstanbul'dan çıkıp Simav'daki motosiklet festivaline katılıp Denizli üzerinden Datça'ya vardığımız, orada bir hafta kadıktan sonra Fethiye'ye devam ettiğimiz (yamaç paraşütçüleri!), sonrasında Kalkan'dan Olimpos'a gittiğimiz o uzuun tatili hatırlıyor musun? Hiç acele etmeden konaklaya konaklaya nasıl da yolun tadını çıkarmıştık. Sonra Tavşanlı (Çavdarhisar, Aizanoi!) üzerinden Delmece Yaylası'na kadar bir günde gelip (18 saat boyunca motorun tepesindeydik!) yaylada geceleyip İstanbul'un özlediğimiz çılgın trafiğine geri dönmüştük. 

Bu rüya gibi rotayı ve tatili sen de blogunda yazacaktın, fakat bana hep 'kelimeleri toparlayamadım daha' diyordun. Bunun gibi bir sürüü, bir sürü rotamız, maceramız var seninle. Onları da zamanla yazarım, zaten sırayla da gitmedim aslında. 

*Bahsettiğim geziye ve Deniz'in motor tamirine ilişkin fotoğraflar başka bilgisayarda, onları da zaman içinde ekleyeceğim. Daha fazla bekletmek istemedim bu yazıyı. 

**Deniz'in doğumgünü yaklaşıyor (1 Mart), o günlerde kendimi çok iyi hissetmeyebilirim, zaten şu sıralar da pek hissetmiyorum açıkçası. Onun için ufak bir ara verebilirim yazmaya. Belki de vermem, belli olmaz. Fazla uzatmam arayı ama. Şimdilik görüşmek üzere!

17 Şubat 2013 Pazar

Unutup hatırlamak

Valla artık ne yapacağımı şaşırdım. O kadar yorgunum ki... Tam 'artık duygularımdan bahsetmeyeyim' diyorum, duygularım her taraftan katmer katmer fışkırıyor. 'Artık kendime acımıyorum' diye birkaç saat evvel telefonda söyledim, kendime acıma denizi içinde yuvarlandım az önce. Fazla büyük konuşmayayım ya da yazmayayım en iyisi.

Amaa en zoru da şu: Sanki Deniz'in trafik kazası geçirip öldüğü haberini ilk defa almışım gibi, sanki bütüün o aşamalardan hiç geçmemişim gibi tekrar tekrar döngü başlıyor. 'Hayır, olamaz' diyorum, 'Deniz'in başına bu kadar kötü bir şey gelmiş olamaz, benim başıma bu kadar kötü bir şey gelmiş olamaz'. Sonra tekrar tekrar öfkeleniyorum, nasıl anlatamam, kimse durduramıyor beni. Kendimden korkuyorum. Pazarlık yapıyorum, 'Şundan şunda şundan vazgeçerdim, yeter ki Deniz yaşasaydı' diyorum. Mesela hala Deniz'in 'şartlı olarak' yaşayabileceğine dair rüyalar görüyorum (Deniz geri geliyor ama çok önemli bir şeylerden vazgeçmiş oluyoruz). Sonra Deniz'in yaşamadığı dünyaya uyanıyor, yeniden çok yoğun bir duygu çöküşü yaşıyorum. Sonra yine üzüntü içinde devam ediyorum. 'Bunları daha önce konuşmuştuk' diyeceksiniz. Biliyorum konuştuk, ama ne yapayım.

Hala daha 'Bu tür şeyler benim başıma gelmez ki, Deniz'in başına hiç gelmez, nasıl yani?' diyorum. Deniz'in ölümündeki bu haksızlık, bu zamansızlık, bu muhteşem adamın yaşamının hiç sebep yokken yarıda kesilmesi beni tekrar tekrar tekrar yere yapıştırıyor. Artık halim kalmadı.

Bu tür şeyler benim de başıma gelmesin, kimsenin de başına gelmesin. Ama Deniz'in başına hiç mi hiç gelmesin. Ne kadar zor bir şey. Ne kadar dayanılmaz. Yaşlılıktan, huzur içinde ölmek gerekiyor, anneannem gibi. Anneannemi o kadar kıskanıyorum ki şu anda. Onu da bir ara anlatacağım...

15 Şubat 2013 Cuma

Bana ulaşmak isterseniz...

Hemen işe dönmem gerekiyor ama acil bir giriş yapayım: Bana ulaşmak isterseniz fakat bloga direkt yorum yazmak istemiyorsanız eğer, mail adresinizi içeren bir yorum yazın, ben onaylamadan zaten yayınlanmıyor. Ben de adresi alıp yorumu onaylamadan silerim, size mail atarım ve de sizinle mail yoluyla haberleşmiş oluruz. Aklıma acil yöntem olarak bu geldi, eğer başka bir yöntem biliyorsanız paylaşırsanız sevinirim. Adresimi şimdilik paylaşmak istemiyorum çünkü internet biliyorsunuz işte, güvenlik vs. Yorum yazdığınızda direkt mail adresiniz görünmüyor.

Kayıp yaşadıysanız tekrar tekrar başınız sağolsun, bu zorlu yolculukta size sabır diliyorum...

12 Şubat 2013 Salı

Çocuk var mıydı? Bölüm 2

Dikkat! Hassas ya da rahatsız edici konu olabilir. 

Bu girişi erteledim, erteledim, erteledim. Hep aklımdaydı ama, çok fazla melodrama kaçmadan nasıl yazabilirdim çocuk konusu hakkında? Yoksa yazmasa mıydım? Kafamda evirdim çevirdim durdum. Ama yazmam da gerekiyor bir yandan, çünkü dayanılmaz, en zor konulardan biri benim için. Eh, elimden geleni yapayım, artık melodram olursa da...

Sanırım Ekim sonu-Kasım başı (2012) gibi bir zamanda Deniz'in bilgisayarında çalışırken Deniz'in internetten indirdiği bir klasör buldum. Hamileler için rahatlatıcı, sakinleştirici bir doğum öncesi müzik albümüydü bu. 23 tane şarkıdan oluşan elektronik bir albüm - müzik zevkinize uyar mı bilmem ama... İsmini de vereyim isterseniz: "VA-Prenatal Preparation (Creative Progressive House Music)" diye bir şey. Mayıs'ın 31'inde indirmiş sanırım (kazadan 1.5 ay önce). Bu klasörü bulunca içimde bir şeyler koptu. Uzun süre ekrana öylece bakakaldım. Deniz ölümünden aylar sonra bile hala bana hediyeler vermeye devam ediyordu. Hamileliğim kolay geçsin diye benim için müzik indirmişti. Çünkü o işte böyle bir adamdı.

Çocuk konusunu Deniz'le önceden baya konuşmuştuk. Bizim için inanılmaz derecede özel bir konuydu - adeta diğer insanlarla tartışma götürmeyecek yasak bölgeydi. Gelen soruları ustalıkla geçiştirip 'Düşünmüyoruz' diyip kestirip atıyorduk. Neyse ki kimseden öyle garip baskılar felan gelmiyordu, o konuda şanslıydık - çok soran da olmuyordu. Gerçekten de çok uzunca bir süre çocuk sahibi olmayacağımızı öngörüyorduk. Bizim yaşamımızda hedeflediğimiz şeyler farklıydı, birbirimizin sevgilisi olmaktan memnunduk ve de hedeflerimiz arasında çocuk yoktu. Bu konuda kararlı ve rahattık.

Fakat daha sonra ben Finlandiya'da bir üniversiteye gidip geldim birkaç aylığına. Çok güzel, aynı zamanda zorlu bir maceraydı. Her konuda çok farklı bir anlayış görmek hoşuma gitmişti, bir sürü yeni arkadaş edindim, bir yandan da ev özlemi içinde yanıp tutuşuyordum. Teknoloji sağolsun, Deniz'le her gün görüntülü konuşuyorduk; o da beni ziyarete geldi, ben de Türkiye'ye gelip gittim. 'Bir daha böyle uzun ayrı kalmayalım' dedik.

Ama oradayken bayağı düşünme fırsatım oldu: Çocuk yapmayarak yaşamın döngüsüne direniyor muydum, direniyor muyduk? Değişmemeye mi çalışıyordum? Sonsuza kadar çocuk mu kalmak istiyorduk? Belki de bu büyük sorumluluk, bize çok daha farklı - daha önce hiç tatmadığımız - duygular yaşatacak ve bizi bambaşka insanlar haline getirecekti. Bunun o kadar da kötü bir şey olmayacağını düşündüm. Korkmadığıma karar verdim. Hala yaşamdaki hedeflerimizi ve değerlerimizi koruyarak (iş, seyahat, eğitim, sosyal hedefler; sonra yapmaktan hoşlandığımız tonla şey...) bir çocukla birlikte mutlu mutlu yaşayabilirdik. O da bizim gibi gezen, denize giren, hoplayıp zıplayan bir küçük insan olurdu.

Bu arada şunu da belirtmek isterim ki çocuk sahibi olmak dünyadaki en kişisel kararlardan biri. İnsanlar çocuk sahibi olmak isteyebilir, istemeyebilir, bu konuda en ufak bir şey düşünmüyor olabilir. Bu tamamen kişinin kendi seçimi, her ne kadar bizde başkalarının çocuk hedefleri konusunda konuşmak çok normal sayılsa da.

Finlandiya'dan dönünce Deniz'e bu konudan bahsettim. Önce şaşırdı, çocuk yapmama konusunda gayet nettik; nasıl olmuştu da fikrimi değiştirmiştim? Artık her şey değişmek zorunda kalacaktı. Sevgili olamayacak mıydık? Yaşamımızdan bu şekliyle çok memnundu, ikimizin mutluluğu yeterdi. Sadece konuyu düşünmesini istedim. Birkaç ay süren görüşmelerimiz oldu, farklı zamanlarda. O da bu fikre zamanla alıştı, ve sonra en az benim kadar çocuk sahibi olmak istedi. Çok sevinçliydik, heyecan içindeydik!

Bu arada hala soran herkese 'Yok, düşünmüyoruz' diyorduk. Ben galiba sadece anneme ve birkaç çok yakın arkadaşıma söyledim. Tabii deli gibi planlama yapmaya başladık. İnternetten araştırıyor, çaktırmadan çocuk sahibi olan yakınlarımıza sorular soruyorduk. Deniz de ben de hamileliğin ve doğumun o gizemli, fazla konuşulmayan yönlerini keşfetmeye çalışıyorduk. Hatta 'Aramızda Bebek Var' diye çok güzel ve sözünü sakınmayan bir film izlemiştik geçen ilkbahar (Deniz bulmuştu sanırım).

Bir tane kız çocuğu istiyorduk ikimiz de. Kıvırcık saçlı, Deniz gibi. Bir de Deniz'in gözlerine sahip olmasını istiyordum ben. Deniz'in güzel çillerine de. Hatta kızıl saçlı teyzelerim ve kuzenlerim olduğu için acaba kızıl saçlı olur mu ki diye bile tartışıyorduk, ne önemi varsa. Siparişle olmuyor tabii böyle şeyler ama hayal etmesi bedava. Onu tam böyle haşarı, sevimli, meraklı, iyi yürekli bir şey olarak düşünüyorduk. Deniz'in de çocuğuna çok düşkün bir baba olacağına emindim; şimdiden onunla nasıl oynayacağını, neler yapacağını felan planlıyordu. Ben de gülüyordum baya, içim ısınıyordu böyle düşündükçe, çok seviniyordum.

Artık ondan gerçek bir insan gibi bahsetmeye başlamıştık, ismi yoktu ama. 'Çocuğu şöyle okula göndeririz' 'Tamam da o zaman çocuk olacak, şöyle yaparız' 'O yaz hamile olacağım için şöyle bir tatile gideriz' 'O projeyi denk getiririz, çocuğun ilk aylarıyla çakışmaz' diyorduk. Hatta dalga geçiyorduk Deniz'le,'Ya boşver ilkokuldan sonra yurtdışına göndeririz, yatılı okusun, hayatı öğrensin' felan diye. 'Çalıştırırız, ekmeğini kendi kazansın' derdik bazen de. Baya arkasından konuştuk yani. Bizim için çok gerçekti, çünkü planladıktan sonra adım adım her şeyi gerçekleştirmeye ikimiz de çok alışkındık.

Bu dediğim konuşmalar Ekim 2011 civarında başladı. Şubat 2012'de ayağımı kırdığım için ufak bir gecikme yaşadık. Bir de o arada bir iş krizi atlattık, ama bu tür krizlere artık kolay uyum sağlıyorduk. İşte, kış çocuğu olsun felan derken ben iyileştikten sonra birkaç ay daha bekleyelim dedik. Bu arada iş-güç hedeflerimizi de hep ona göre ayarlıyorduk artık. Yaşayacağımız yer, evdeki değişiklikler, çocuğu nasıl bir ortamda büyütmek istediğimiz, kimlerden yardım alabileceğimiz... Hepsi belirliydi. Hatta 13 Temmuz 2012'deki tanışma yıldönümümüzde (kazadan bir gün bir gece önce) çocuk yapma hedefimizi öne çekmek felan istedik birden gaza gelip. Sonrasını biliyorsunuz zaten.

Çocuk konusunu açtığımda birçok insan 'Ya ona çok takılma' felan diyor. Anlıyorum tabii ki, çok zor bir konu, gerçekten dayanamadıklarını hissediyorum. Tabii 'Takılma' diyince ben düşünmemiş, konuda üzülmemiş olmuyorum. Benim aklımda sürekli - zaten elimde değil düşünmemek. Yakınlarımın çocuklarını çok seviyorum, yeğenlerimi, arkadaşlarımın, kuzenlerimin çocuklarını... Yeni doğum yapan arkadaşlarım için çok mutlu oluyorum, seviniyorum, hamile arkadaşlarımla konuşuyorum güzel güzel. Ama bir yandan da kalbimde bir bıçak var. O bıçağı naapıcaz bilmiyorum. Nasıl dayanacağım, kafamda nasıl bir yere oturtacağım bu konuyu? Varolmayan birinin yasını tutabilir miyim?

7 Şubat 2013 Perşembe

Deniz'e layık olmak...


Sanırım artık beşyüzüncü kez Deniz'i çok sevdiğimi ve çok özlediğimi, onun ölümünden dolayı çok üzgün olduğumu duymaya ihtiyacınız yok. Bir noktada artık kendi duygularımı daha geri plana atmam gerektiğini düşünüyordum zaten, o nokta geldi sanırım. Bazen diyordum ki kendi kendime: Acaba bu duyguları neden yazıyorum? Yazarken fazla mı detaya giriyorum? Madem çok mahrem bir insanım... Bunları bilmiyorum. Zaten kazadan sonra o kadar çok değiştim ki. Paylaşmak cidden iyi geldi; kendimi anlatmak, anlaşılmak... Blog sayesinde başka türlü haberleşemeyeceğim birçok kişiyle - hatta tanımadığım insanlarla - haberleşmiş, yüzyüze anlatamayacağım birçok şeyi anlatmış oldum. Ama bir yandan da sürekli şikayet eder durumda görünmek istemiyorum artık.

Deniz'i düşünme ve ölümüne üzülme sıklığımda ya da ona olan sevgimde herhangi bir azalma olmadı, ama artık bu blogun daha çok Deniz'i anlattığımız bir anı defteri gibi olmasını isterim. Böylece biraz daha Deniz'in hoşlanacağı, pozitif bir rotaya çevrilmiş olur. Ah vah edilmesinden hazetmezdi pek. Kendimden ve duygularımdan bahsedeceğim son birkaç giriş kaldı, birazcık dayanılmaz birkaç konudan da bahsedeceğim bu arada malesef. Sonra da tamamen Deniz'e odaklanmak isterim. Belki Deniz için yavaştan şekillenmeye başlayan projemden de ufak ufak bahsederim zamanla...

Bundan sonra anlatacağım şeyler birilerine dokunursa ne güzel. Umarım herkes Deniz'le ilgili yaşadıklarını da paylaşmaya devam eder, çok sevinirim...

4 Şubat 2013 Pazartesi

Sarai Sierra

Aslında her gün bir sürü cinayet oluyor, ben de aslında çok fazla bu tür haberlere bakmamaya çalışıyorum, bizim gazetelerde çok acayip bakış açılarıyla yansıttıkları için. Ama nedense Sarai Sierra'nın hikayesini en başından beri takip ediyorum, kaybolduğundan beri daha doğrusu. İstanbul gezisinden sonra 21 Ocak'ta Amerika'ya dönmek üzere uçağına binmemiş, ailesi onu aramaya gelmiş ve en sonunda (dün galiba) öldürüldüğü ortaya çıkmış.

Tüm bu zaman içinde hep onun sağ salim bulunacağını umdum. Eşi, anne-babası, kardeşleri perişandı İstanbul'a aramaya gelmeden ve geldiklerinde. Şimdi düşünemiyorum bile hallerini, çocuklarını. Başları sağolsun ve bu zorlu yolda onlara sabır diliyorum. Bir yandan çok iyi anlıyorum neler yaşadıklarını, bir yandan da aklım almıyor hissedebileceklerini... Bayağı etkilendim, düşünüyorum Sarai'yi ve onları. Of... Kararan yaşamlar.

Benim dikkatimi çeken ve baya da üzen bu olayda şöyle yorumlar oldu: 'Evli barklı çocuklu kadının yurtdışında tek başına ne işi var?' 'Kocası nasıl izin vermiş öyle dolaşmasına?' 'Ama böyle arka sokaklarda da gezilir miymiş canım?' 'Araları kötü müymüş neymiş' ve benzeri tarzda. Sürüsüne bereket, üstelik başta gazetecilerden ve hatta olayla ilgilenen yetkililerden, ve de bütün milletlerden gelmiş bu yorumlar. Oysa tek bir suçlu var: Sarai'yi öldüren kişi. Önemli olan tek bir gerçek var: Bir insan öldü. Bu insanı birçok kişi seviyordu. Nerdeyse kadına 'Oh olsun, bu da ders olur aleme' felan diyecekler. Yapmayın etmeyin...

Neden bu tür yorumlar yapar insanlar, ölümü kendilerinden uzaklaştırmak için mi derler böyle bilemiyorum. 'Ben yurtdışına gitmiyorum, o zaman benim başıma böyle bir şey asla gelmeyecek, aferim bana!' mı demiş oluyorlar aslında, anlamıyorum ki. Böyle korkunç bir durumda acılı ailenin tek ihtiyacı olan şey onlara destek olunması, başka hiçbir şey değil. Bazen çok zorlanıyorum, dayanamıyorum insanların tepkilerini görünce. Bize de 'Ne işiniz vardı gecenin bir vakti yolda' dendi, Deniz'e suç bulundu, bana suç bulundu, üçüncü arkadaşımıza suç bulundu... Ne diyim, çok takılmamaya çalışıyorum; insanların ağzından, klavyesinden çıkanı ben bilemem, ama tutamadım birden kendimi. Bazen resmen 'Acımasızlık!' diye bağırıyor insanların davranışları. Zaten eşi, çocukları, anne-baba, kardeşleri yiyebileceği en büyük darbeyi yemiş, sizin de üstüne tuz biber olmanıza ihtiyaçları yok. Valla.

Siz ne düşündünüz Sarai'nin hikayesini okuyunca?

1 Şubat 2013 Cuma

Dönüşüm

Deniz, sen şimdi bir fikre mi dönüştün yani? Anılarda mı kaldın? Senin yaşayabileceğin tek yer bizim zihinlerimiz mi? Ah... Nasıl olur, nasıl? O kadar canlı, o kadar gerçek, benim yaşamımda o kadar 'mevcut'tun ki. Hala da öylesin.

Seni zihnimde, kalbimde nereye koyacağım? Yaşamımda varolmuş olan en güzel şeysin. Şimdi seni yaşadığım yeni şeylerin ardına mı koyacağım, biriktirdiğim yeni anıların arasında 'bir başka anı' mı olacaksın, orada kalabalığın arasında kaybolup gidecek misin? Arka planın içinde eriyecek misin? 'İşte bir zamanlar bir eşim vardı...' mı diyeceğim yıllar sonra? Böyle bir şeye dayanamam, katlanamam. Benim için kabul edilemez bu. Ne yapacağım, senin bu yeni durumunla nasıl bir anlaşma yapacağım, ne olur söyle Deniz...

29 Ocak 2013 Salı

Hayvanlar

Oof of Deniz. Yazarken birazcık daha iyimser olmaya çalışacağım ama, zor bazen. Son yazdıklarıma bakıyorum da... Birazcık farklı bir konudan bahsedeyim.

Hayvanlarla, köpeklerle ilişkin de ayrıca muhteşemdi. Köpekleri çok severdin. Seni gördüğünde sevinmeyecek bir köpek tanımıyorum. Hani şu karanlık sokaklardan geçerken izbandut gibi 5-6 köpeklik bir sürü her an saldırmaya hazır şekilde karşımıza çıkar ya, sen en sevimli halinle, hevesle 'Gel, gel, gel' diyip onlara doğru elini uzatınca büyülenmiş gibi gelir sana kendilerini sevdirmeye çalışırlardı, sonra da peşini bırakmazlardı bir türlü. O koca Kangal benzeri sokak köpeği yatar, 'Karnımı sev' diye yuvarlanırdı, patileriyle felan. Bu kadar mı mıknatıs olur bir insan! Ben de 'Bu nasıl bir etki, bu nasıl bir sevgi' diye hayran hayran bakardım. Köpeklerle çok doğal bir iletişimin vardı, sanki bizim bilemediğimiz gizli bir dil paylaşıyordunuz.

Ama ben gene farklı bir yere dalıp farklı bir hikaye anlatacağım, bana o kadar çok dokunmuştu ki bu yaşadığımız...

Kazadan önceki Mayıs başıydı sanırım. Olimpos'tan motorla İstanbul'a dönüyorduk. Antalya'dan hemen sonra boş, küçük bir ara yoldu. Sanırım yüksek bir araziydi, çünkü hava daha soğuktu ve bulutluydu. Etrafta bizden başka araç yoktu, her zamanki gibi. Birden yolun ortasında yüzüstü düşmüş, kanatlarını iki yana açmış, kahverengi, küçük bir kuş gördük. Ölmüş müydü? Kuşu farkettikten sonra kısa bir süre aramızda konuştuk, geri dönmeli mi, dönmemeli mi diye. Sonra sen kuşun yaşadığına, dönmemiz gerektiğine karar verdin; beşyüz metre kadar ilerden döndük. Haklıydın, kuş yaşıyordu. Sanırım dişi bir çalı kamışçını'ydı (Daha sonra notlarımdan kontrol edip yanlışsa düzeltirim). Adını Cemile koyduk. Büyük ihtimalle bir araba çarpmış, kafasını vurmuştu. Gözleri kapalıydı ama hızlı hızlı nefes alıyordu, şoktaydı.

Hemen yolun kenarına, bir çalının altına minik dallardan korunaklı bir yuva yaptık, Cemile'yi yatırdık. Etraftan atılmış bir plastik şişe bulup kapağıyla su verdik. Hatta sen şişe parçalarından güzel bir güneşlik de yapıp dikiverdin hemen tepesine. Oh, ne lüks! Cemile gözlerini açtı ama kafasını oynatamıyordu, hep bir yana düşüyordu kafası. Bizden de tedirgin olmuştu, kanatlarını çırpıyordu ama hali yoktu, kaçamıyordu bir türlü. Acaba kurtulacak mıydı, yarası ölümcül müydü? Kan felan yoktu hiçbir yerinde, belki de sersemlemişti sadece. Bu arada yağmur yağmaya başladı. Yırtıcılar gelip yer miydi onu? İyileşip gücünü toparlayıp uçar mıydı? Yanımızda götürüp götürmemeyi düşündük. Motorun çantasında, uyduruk pet şişe bozması kutunun içinde sarsıntıdan ölürmüş gibi geldi, cesaret edemedik götürmeye. Kafasını rahat ettirecek, suya ulaşabileceği bir pozisyonda bıraktık onu orada.

Nedense çok cesur bir kuşa benziyordu. Nasıl da güzel, sürmeli gibi gözleriyle bakıyordu, kıvrık gagasıyla suyu deli gibi içiyordu gözünü kapatıp, tepesindeki tüyleri de kabarıp kabarıp iniyordu, bir yandan da senin parmağını kıvrık ayaklarıyla kavrıyordu. O kadar yabani bir kuşa o kadar yakın olabilmek, ona dokunabilmek ne garipti. Kafası, açık renkli karnı yumuşacıktı. Sonradan mola yerinde Cemile'yi yanımıza alsa mıydık almasa mıydık diye çok tartıştık, bir sonuca varamadık. Üzüldük Cemile için. Acaba ne yapıyordur, dönmüş müdür yuvasına? Ama sen karar verip sen dönmüştün onu kurtarmak için. Boş vermemiştin. En azından yolda ezilerek ölmeyecekti, belki ufak da olsa bir şansı vardı. Toparlanıp uçabilecekti. İşte gene senin umrundaydı...

İşte böyle Deniz'im. Tüm hayvanların dostuydun böyle, aranızda bambaşka bir bağ vardı. Kıyamazdın hiçbirine. Bir ara izlediğin Çin'de çekilmiş bir videoya dayanamayıp et yemeyi bırakmıştın aylarca. Ben izlemedim, bilmiyorum ne olduğunu. Bana da çok sonradan söylemiştin niye yiyemediğini, üzülmiyim diye de videoyu çok açıklamamıştın. Ne çok severdin hayvanları; ayıya, pandaya, eşeğe (eşşek diye denecek ama!), keçiye... bayılırdın. Gözleri, ifadeleri, tüyleri, şekil-şemalleri, davranışları çok hoşuna giderdi, on saat konuşurduk onlardan. Bıkmaz gene konuşurduk.

Şimdi hayvanlar da sensiz kaldı ya Deniz'im. Naapıcaklar?

25 Ocak 2013 Cuma

Güçlü olmak

Birçok kere duydum, birçok yerde okudum ki bu durum sayesinde 'daha güçlü' bir insan olacakmışım. Bu sözü ilk duyduğumdan beri kafamı çok kurcalıyor ve baya rahatsız ediyor beni. Sadece bir değil, birkaç açıdan hem de. Bakayım toparlayabilecek miyim...

1) Deniz benim için 'var' olan bir kişisel gelişim projesi değil, kendi için varlık olan bir insan. Benim hayatıma bir 'nedenle' girmedi. Kendi yolunda yürüyordu, kendi hayalleri için yaşıyordu. Tıpkı benim gibi, tıpkı herkes gibi. Şanslıydık ki yollarımız kesişti ve yanyana yürüyebiliyorduk. Deniz'in beni mutlu etmek, dahası bana güçlü olmayı öğretmek gibi bir görevi yok.

2) Deniz'in yaşamı pahasına bir ders öğrenmem kanımı dondurur ancak. Gerçekten. Daha iyi, daha güçlü bir insan olacaksam bile bunun için birinin, hayatımdaki en yakın insanın ölmesi gerekmemeli.

3) Tabii ki bağımsız bireyleriz. Ama aynı zamanda diğer insanlar olmadan da yaşayamayız. Ben Deniz'le birlikte olduğum için daha güçsüz değil, daha güçlüydüm. Herşeyden önce çok mutluydum, yaşama sevincim tam yerindeydi ve kendimi çok güvende hissediyordum. İkimiz de ne olursa olsun hep dünyayı - hayallerimizle - fethedebilecek gibi hissediyorduk; ama kendi kendimize değil asla, başka insanların da hayallerini yanımıza katarak. Bir insanı sevmek, onunla bütünleşmek neden güçsüzlük olsun ki? İki insanın ayrı ayrı başarabileceklerinden çok daha fazla şeyi birbirimiz sayesinde, birlikte olduğumuz için başarıyorduk.

4) 'Daha güçlü' olmanın bana ne faydası olduğunu pek anlamıyorum, neden buna vurgu yapıldığını da kavrayamıyorum. Pek de ilgilendirmiyor beni açıkçası. Tabii ki Deniz öldüğü için birçok şey değişti, ben de o yüzden daha önce hiç yapmadığım şeyler yapmak, daha önce çözmediğim türde problemler çözmek zorunda kaldım. Bu durum beni daha 'güçlü' yapıyorsa kalsın, ben Deniz'i geri isterim. Yaşama isteğim bile yokken 'güçlü' olmanın ne önemi var? Kimin için, neye karşı?

5) Kaç sene yaşayacaksam, bu senelerin sonunda her ne olursa olsun, her ne yaşarsam yaşayım geri dönüp baktığımda asla bu kazaya ve Deniz'in ölümüne en ufak derecede bile iyi bir şey olarak bakamam, bakmam.

6) Deniz'in ölümü ile arama mesafe koyamıyorum, benden başka bir insan ölmüş gibi hissedemiyorum. Bu durumu 'ardımda' bırakamıyorum; diğer başıma gelen irili ufaklı kötü olayların aksine. Belki tuhaf gelir bu tanımlama, bilmiyorum, siz de böyle hissediyor musunuz? Uyanıp arabanın kontrolden çıktığını farkeden, panikleyen, o frene basan, o direksiyonu çeviren, kafasına o darbeyi alan, o yoğun bakım yatağında iki gün yatan ve değerleri gittikçe kötüleşen, vücudu soğuyan, gözbebekleri büyüyen, en sonunda değerleri sıfıra inen benmişim gibi geliyor.

Bunlar günlük işleri başarmaktan, günlük yaşamı devam ettirebilmekten bağımsız şeyler. Tabii ki uyuyorum, işime gücüme bakıyorum, yiyorum içiyorum, sevdiklerimle buluşuyorum, başka konulardan bahsediyorum. Dışarıdan bakarsanız bunlarla boğuştuğum belki anlaşılmaz bile. Lakin güçlü bir insan olmanın bunlarla bir alakası yok, bence bütün bu olup bitenler çerçevesinde hiçbir önemi de yok. Ne dersiniz?

21 Ocak 2013 Pazartesi

Teşekkürler

Blogu yazmaya devam edeceğim, ama arada bir durup bana bu zorlu durumda yardım eden herkese bir teşekkür etmek istedim.

Büyük ihtimalle sizler olmasaydınız birçok bakımdan çok fena bir vaziyette olacaktım. Çok şanssız bir insanım, çünkü böyle bir şeyi yaşamak zorunda kaldım. Ama aynı zamanda çok şanslı bir insanım, çünkü sizlerden inanılmaz bir destek gördüm ve görmeye de devam ediyorum. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım, psikiyatrik danışmanım, yeni tanıştığım ya da hiç tanışmadığım birçok kişi, bilerek ya da bilmeden bana çok yardımcı oldular. Bazen hiç ummadığım insanlar hiç ummadığım derecede sevindirdiler beni. Anlattım, dinledim, okudum, sorular sordum, bazen yanınızda ağladım, bazen de canım hiçbir şey demek istemedi, sustum. Beni aradınız, buluştuk, yüzlerce değişik konuda yardımcı oldunuz, e-postalar attınız, mektuplar gönderdiniz, Deniz'i andık, onun yapacağı şeyleri biraz yapmaya çalıştık. Daha yeni bir mektup aldım, güzel bir sürpriz oldu. Okudum, sevindim. Umarım ben de birilerine yardımcı olabilirim...

Kazadan sonraki altı ayda malesef baya rahatsız olduğum durumlar da yaşadım. Bazen "Yok artık, kendini benim yerime bir an bile mi koyamıyorsun?" dedirten sadece düşüncesiz değil, resmen kötü niyetli sözler duydum, davranışlara tanık oldum. Hatta bunların bir kısmı bana ciddi anlamda zarar da verdi. Bilemiyorum, herhalde böyle büyük olaylar insanlarda çok farklı tepkiler yaratıyor. Ama bunların üstünde durmamın çok da bir anlamı yok. Deniz'in ölümü o kadar büyük bir etkiye sahip ki, daha fazla üzülmem uzun bir süre için zaten mümkün değil sanırım.

Bu güzel, zorlu ve bir aşamada acılarla yüzyüze yaşamda insanlar her şeye rağmen nasıl tutunabiliyorlar, yaşamlarını nasıl devam ettiriyorlar benim için anlaması çok zor. Hani böyle iki çocuk sevindirik olup gülerler de gülerler, kahkahadan yıkılırlar, yuvarlanırlar da babaları gazetenin üstünden kafayı uzatıp  'Susun lan, çok şımardınız' diyip birer tane çakar ya, öyle hissediyorum kendimi. İkimizin de ağzına çakıldı, Deniz'inkine çok daha fena. Ne yapıyorduk ki, sadece gülüyorduk, kime ne zararımız vardı? Mutluyduk sadece. Bööyle sustum oturdum kaldım şimdi.

Onun için ne olursa olsun çok teşekkür ederim! İyi ki varsınız...

14 Ocak 2013 Pazartesi

Sözcüklerin

Deniz;

Sözcüklerini çok özlüyorum. İlk tanıştığımızda baya komik ifadeler kullanıyordun, daha doğrusu ifadelerin bana komik geliyordu, ben de ilk etapta baya şaşırmıştım. Karışık bir şey görünce 'Tam arap çorbası olmuş' ne demek mesela? 'Arapsaçına dönmüş' ve 'Çorba olmuş'un melezi mi? Sonradan çok hoşuma gitmişti bu bilerek ya da bilmeden yanlış söylemelerin. Tabii ben de sana uydum, öyle tuhaf bir dil geliştirdik kendi aramızda.

Ah Deniz, keşke o kendine özgü cümle yapınla gene konuşsan.

'Bi kıl sağa alalım kamerayı, targıtla birlikte.' (Elleriyle dediğinin tam tersi yönde bir hareket yapar)
Kamerayı mı sağa alalım, görüntüyü mü? 

'Sağa alalım, bi de zum yapalım.'
Nasıl? Demin zum dememiştin?

'Hayır hayır zum aut yapalım. On karede.'
Ne demek istiyorsun, kameradaki görüntü büyüsün mü, küçülsün mü? 

'Opps çok gittin, bi kıl yakınlaşalım. Yirmi kare de dureyşın (durma, duraklama) verelim.'
Aaah! Onu baştan vermemiz gerekiyordu!!

'Nassıl yaaa?' desen gözlerini kocaman açıp açıp, kafanı geriye aynı açıyla çekip. 'Kedi yavrusu musun sen?' diyip kızsan, bir şey için tereddüt ettiğimde. Huşufe'yi hatırlıyor musun? Ah Deniz, senin ağzından bir kelimecik daha duysam. Son sözcüklerini hatırlamıyorum tam, 'Ya evet, kahvaltılık yerler çok uyduruk' gibi bir şeydi galiba, benim o konuda söylediğime cevaben. Sadece 'Hakkaten ya' da olabilir.

Yazı dilin de ayrı bir meseleydi. Öznenin, yüklemin, sıfatların, herşeylerin birbirine karıştığı, başından sonunun hiç belli olmadığı, noktaların virgüllerin, kesme işaretlerinin yerlerinin hep yanlış olduğu iyi yürekli, neşeli cümlelerinle yazsan keşke. Ben de yazıdan demek istediğini anlamayıp çıldırsam. Senin cümleyi yazdığının beş katı zaman harcayıp cümleni düzeltsem, karşı tarafın anlayacağı bir hale getirsem.

Ah Deniz, senin sözcüklerin olmadan nasıl olacak bu işler?

9 Ocak 2013 Çarşamba

Travmadan sonra neler oluyor?

***Psikolog, psikiyatr ya da sinirbilimci değilim, sadece kendi gözlemlerimi aktarıyorum.

O gün çizim hakkında yazamadığım giriş aslında şöyle olacaktı:

Sanırım farkında olsam da olmasam da, hoşuma gitse de gitmese de kişiliğim birçok aşamadan oluşuyor. Siyahtan beyaza bir renk yelpazesi gibi düşünün. Bir uçta karanlık, ilkellik, katıksız bencillik var. Öbür uçta aydınlık, gelişmişlik, fedakarlık. Ortada, gri olan kısımda da bu ikisinin arası (pek de tekin olmayan) bir varlık, diğer tonlarda da bir sürüü farklı kişilik. Anladığım kadarıyla normal, sakin zamanlarda bunların hiçbiri tam ön plana çıkmıyor, iyi-kötü bir çeşit denge içinde takılıyorlar.

Ama sanırım sorun bir travma yaşandığında başlıyor: Kazadan ve Deniz'i kaybettikten sonra bütüün bu kişiliklerim akordeon gibi açılıp başladı salınmaya. Hedefi olmayan öfke patlamaları, ağlama krizleri, durup dururken dehşete kapılmalar, bir yandan dışarıdan normal bir insan gibi görünme çabası ve başkalarına ve kendime zarar vermeme isteği, yanlış kararlar almama, olayın acısını insanlardan çıkarmamayı başarma, yaşamı iyi kötü devam ettirme gayreti (yemek yenecek ve uyunacak sonuçta, öyle ya da böyle), diğer yandan Deniz'i tanımış, sevmiş olmanın sevinci, onun anısını doğru olarak yaşatma dileği, özlem, onu unutmama paniği... herkes bir tarafa dağıldı. Bazen o kadar yoğun salınımlar yaşadım ki, aynı gün içinde tanımadığım bir insanın küçücük bir jestinden mutlu olma ve bağıra çağıra ağlama, sonra tekrar makul makul oturma ardı ardına oluyordu. Bir keresinde bir otobüs sürücüsüyle öyle bir kavga ettim ki küçücük bir sebepten, görseniz korkardınız. O karanlık tarafı dizginlemeye çalışmak o kadar zor ki.

En uçtaki beyaz kısım sanırım Deniz'in ölümünü hemen kabullendi: "Evet, Deniz öldü ve bu değiştirilemez bir olgu." Sanırım ilk birkaç dakikada oldu bu. "Hayat devam ediyor" diye hemen toparlamamı bekleyen insanlar da sanırım iyi niyetle ve farkında olmadan o kısma hitap ediyorlar. Evet, dışarıdan tarafsız, nesnel bir bilimadamı olarak, aklımızla baktığımızda doğru; bu bir olgu ve onu kabul etmekten başka çıkış yok. Ne kolay, değil mi?

Ama diğer uca doğru - karanlık ve temel olana doğru ilerledikçe - kabullenme süresi dalga dalga uzadıkça uzadı. Birkaç hafta, birkaç ay, birkaç yıl... diye gidecek sanırım. Daha en karanlık kısma ulaşmadı galiba Deniz'in öldüğü bilgisi. Yelpazede ne aşamada olduğumu da henüz bilmiyorum. Fakat daha önce bilmeden verdiğim 1-1.5 sene vadesi pek de geçerli değil sanırım. Daha çook zamanı var. Yaşamımın sonuna kadar Deniz için yas tutacağım, tamamen kabullenmem de birçok tanıklığa göre 5-7 sene arasında sürebilirmiş. Aradan geçen 6 ay, pek de iyi geldi diyemem açıkçası.

Şu anda bulunduğum noktada bir sıkıntı var: Hala salınımlar yaşıyorum, ama daha küçük dalgalarla; galiba kabaca bir dengeye oturdum. Yalnız denge sanırım karanlık tarafa doğru bozuldu. Çünkü Deniz'in gelmeyeceğini artık biliyorum, tarifsiz mutsuzluğum da yerine iyice yerleşti. O ilk aylardaki tuhaf enerji de bitti. Kendimi sabahları yataktan resmen spatulayla kazıyıp çıkartmak zorunda kalıyorum; en ufak bir işi gerçekleştirmek, en basit kararı almak bile saatlerimi alıyor. Sular seller gibi öfkem var, ama nereye yönlendireceğimi bilmiyorum. Deniz'in ölümünden sorumlu tutabileceğim hiç kimse ya da hiçbir şey yok; öfkeme muhatap bulamıyorum. Ama öfke var, duruyor işte. Ne yapacağım onunla? Eğer bir şey yapmazsam şu andaki gibi kendi içime yönlendireceğim, o da iyi olmayacak. Başkalarına yöneltsem hiç olmayacak, ne suçu var insanların? Konuşmak ve ağlamak öfkemi boşaltmama yetmiyor. Çok sevdiğim bir arkadaşım yoğun efor sarfetmeli spor yapmamı önerdi, ona bir bakacağım.

Siz ne dersiniz, öfkeli olduğunuzda ne yapıyorsunuz? Bana önerebileceğiniz bir yöntem var mı? Tabii başkalarına ya da kendime zarar vermeceli olmasın lütfen, şimdiden sağolun!

5 Ocak 2013 Cumartesi

Yeni dünya

Deniz,

Senin olmadığın bir dünya bana tekinsiz geliyor. Bu insanlar kim? Bu yerler neresi? Bütün bu nesneler de neyin nesi? O kazada seni kaybedince o kadar çok şeyi de beraberinde kaybettim ki. Sevgilimi, yoldaşımı, kılavuzumu, ailemi, en yakın dostumu, arkadaşımı, iş ortağımı, yolculuk arkadaşımı, sırdaşımı, sanki ikinci annemi babamı, çocuğumu... Geçmişimi, şimdimi, geleceğimi.

Kendimin de seninle yaşayan, mutlu olan versiyonunu kaybettim. Artık seninle tanışmadan önceki kendi anılarımı düşününce bile dehşete kapılıyorum ve içimi buz kaplıyor. Çünkü o insan her kimdiyse o da yok artık.

Hatırlıyor musun, her şeyin ama her şeyin olumlu yanını bulmayı severdim. Dangalakça işten atılmanın sevinilecek yanı var mı? Ama ben bulurdum işte, seninle birlikte bulurduk; ilk kızgınlığı ve sarsıntıyı  attıktan sonra. 'Oh iyi ki o zaman işten atılmışım, o sayede şu şu şu oldu' derdik. Kaçırdığımız onca fırsat... Hepsinin bir amacı vardı, en sonunda ulaşacağımız mutluluğa hizmet ediyordu. 'İyi ki o fırsatları kaçırmışız, çünkü yoksa bugün bu durumda, böyle özgür ve mutlu olmazdık, o sayede de şu anki fırsatları kaçırmamış olduk' derdik.

Ama senin ölümünün olumlu hiçbir yanı yok. Ordan baksan, burdan baksan, şurdan baksan, öyle düşünsen, böyle düşünsen hep aynı, hep aynı. Yaşamın senden erkenden çalındı ve hiçbir kuvvet o yaşamı sana ve bize geri veremez. Hiçbir şey, seninle geçireceğimiz (ve bizden de çalınan) yılları geri getiremez. Bu mutlaklık, bu acımasızlık kanımı donduruyor.

Tabii bu durumda içinde seni de barındıran, sayende hepimizin daha iyi insanlar olduğu o eski dünya da kayboldu gitti. Koskocaman, tanımadığım bir garip dünyanın ortasında kalakaldım. Yerler aynı olsa bile hiçbiri eski anlamında değil artık. Evimiz, İstanbul, seninle tanıştığımız ve asıl memleketimiz olan Ankara, Sakarya caddesi, Tunalı, annemlerin evi, sizin mahalle; sonra Kadıköy, Kabataş, Taksim, Beşiktaş, Bebek, Anadolu Kavağı, Belgrat ormanı... Otobüsle hızla geçerken Bolu'nun bile anlamı değişti; o güzel, dağlık ve soğuk memleketin. Seninle birlikte bir sürü anımızın olmadığı tek bir santimetrekaresi bile yok bulunduğum yerlerin. Ama hiçbiri aynı değil artık, benim için hepsi yabancı yerlere dönüştü.

Ah, bak girişlerin sırası gene değişti, önce yazacağım girişi gene sonraya attım...

1 Ocak 2013 Salı

Çizi


Bugün yazmaya çok halim yok. Aslında bu çizimle ilgili bir şeyler yazacaktım, bir dahaki girişe artık. İyi yıllar...